Milli Gazete Genel Yayın Yenetmeni Mustafa Kurdaş hükümetin neden sokağa çıkma yasağı getiremediğini gerekçeleriyle yazdı.

Kurdaş, Koronavirüs salgını nedeniyle alınan kararlarla ilgili eleştirilerde bulunurken Devlet’in "ben buradayım, duruma vazife ediyorum" demek yerine, “benim büyük milletim var” demeyi seçtiğini söyledi.

Daha işin başında herkesin OHAL beklediği anda sokağa çıkma yasağı koyulsaydı Koronavirüs’ün durdurulabileceğini öne süren Kurdaş, iktidar herkesin dediğini değil, ekonominin dediğini yapmak zorundaydı. İnsanımız, “Koronavirüs” ile “ekonomivirüs” arasında sıkışıp kalmıştı” dedi.

İşte Mustafa Kurdaş’ın bugünkü başyazısı
''Ama''lar ''fakat''lar ve de ''şartlar''
Koronavirüs süreci hepimizi önce sağlığımız hatta hayatımız nedeniyle endişeye sevk etti. İlk günler ekonomiyi, geçimi düşünen yoktu: Her işin başı sağlıktı nitekim; geçimin lafı olmazdı... Olamazdı! Fakat gün geçtikçe, salgın kendisini hissettirdikçe, insanlar artık evden çıkamaz hale geldikçe “geçim” de kendisini hatırlatmaya başladı. Salgın sürecinin ne zaman sonlanacağına dair bilinmezlerse, “geçim” kaygısının tetikçisiydi. Öyle ki çok kısa zamanda “geçim” derdi, sağlık kaygısının da önüne geçti. Zira, ay sonu sendromu bu kez çok sert esiyordu. Borçlar, faturalar, kira, taksitler ve bilumum ödemeler... İnsanlar hem salgının tedirginliğini hem de geçimin kaygısını birlikte teneffüs etmeye başlamıştı. Bir çıkış kapısı arıyordu; “devletim” diyordu. Bu kapıyı “devlet baba”dan başka hiçbir irade açamazdı.
Devlet, “ben buradayım, duruma vazife ediyorum” demek yerine, “benim büyük milletim var” demeyi seçecekti. Strateji daha ilk günlerde, ilk açıklamalarda belli olmuştu. Aslında “strateji” demek yanlış olur; zira iradeyle ortaya konmuş bir plan yoktu ortada. Biraz da “el-mecbur” durumları hakimdi. Şartların emrettiği bir süreçte hükümet zorunlulukların emrini yerine getiriyordu. Strateji veyahut plan yerine biz “gidişat” diyelim. Gidişat, daha ilk günlerde kendisini belli etmişti...
Halkımızı zor bir görev bekliyordu...
Bu sürecin trend kelimesi “herkes”ti. Herkes evinin önünü süpürmeliydi, herkes kendi tedbirini almalıydı, herkes birbirini uyarmalıydı. Herkes evde kalmalıydı, herkes hayatı eve sığdırmalıydı... Herkes kendi karantinasını oluşturmalı, herkes kendi OHAL’ini ilan etmeliydi. Artık “herkes” diye bir kurum vardı ve “herkes” bu sinsi, görünmeyen düşmanı yenecek en güçlü silahımızdı. Anlayacağınız, devlet vatandaşını göreve çağırmıştı ve görev büyüktü: Herkes, öncelikle virüse yakalanmayacaktı!..
Sonra mı... Vaka sayıları arttı. Virüs İstanbul’u merkez edinmişti ama bütün Anadolu'ya da yayılmıştı. “Herkes” kurumu yürümüyordu... Haksızlık etmeyelim, çok yüksek duyarlılıklar vardı... “Herkes”, gönüllülerin kurumuydu, otoritesi yoktu. Üstelik, “herkes” işe de gitmek zorundaydı, “herkes” fatura da ödemek zorundaydı. “Herkes”in ocağı tütmek, tenceresi kaynamak zorundaydı. Doğal olarak, “herkes”in bir kısmı gönüllü olarak hayatı eve sığdırdı, diğer bir kısmı da geçimi hayata sığdırmak zorundaydı. #Evdekal’anlar, bir de #geçimeçıkan’lar vardı. Geçime çıkanlar, akşam evlerine  dönüyor, #evdekal’anlarla aynı sofraya oturuyordu.
“Devlet”, “herkes”e havale ettiği kampanyalarla bir nefes almıştı. Büyük umut; “herkes”in başarısıydı. “Herkes” başarırsa “devlet” yeni bir ekonomik yükün altına girmeyecek, toparlayıcı olacaktı. Asker uğurlama törenleri, “boğaz sahil yolu trafiğinin kırmızı alarm vermesi, sahil yürüyüşleri, piknikler, oltayla ve balık tutkusu... Sadece işe gidenler değil, keyfini sürenler de vardı güzel havaların.
“KORANAVİRÜS” İLE “EKONOMİVİRÜS” ARASINDA SIKIŞIP KALMAK
Anlaşılmıştı ki, “herkes” kurumu işlemiyordu. İşlemesi gereken kurum pekâlâ “devlet”ti. Artık sıra “herkes”in “devlet”ten beklediğindeydi. “Herkes’in değil, devletin olan sokağa çıkma yasağıydı, beklenen. Kampanyalar eyvallah, ama yetmiyordu. Sokağa çıkma yasağı daha işin başında koronavirüsü durdurabilirdi. Zaten, iktidar en büyük kamuoyu baskısını bu konuda görüyordu. Herkes, “OHAL” diyordu, ama ekonomi OHAL’e müsaade etmiyordu. İktidar, herkesin dediğini değil, ekonominin dediğini yapmak zorundaydı. İnsanımız, “koronavirüs” ile “ekonomivirüs” arasında sıkışıp kalmıştı.
İLK ADIM, İLK AYAK İZİ, İLK SÖZ DİZİSİ…
Bütün bunları böyle uzun uzun neden mi toparladım?
Neden mi, gidişatı unutulmuş detaylarıyla hatırlayalım istedim?
Çünkü süreçlerde, bugünü değerlendirirken bile, sürecin başını bilmek, akılda tutmak gerekiyor. Adı üzerinde “süreç”... Yani birbiriyle bağlantılı, birbirinin izinde... Süregelen! Unutmayın; başlangıç sonu belirler. Süreçlerde genellikle “son”, başlangıcın sürgünüdür. Süreçte yürürken, son ayak iziniz ilk ayak izinizin takipçisi olarak bugüne gelmiştir. İnsana, sonraki adımı attıran, ilk adımdır. İlk sözünüzün, son sözünüzü belirlediği gibidir, durum. Baştan almak her zaman iyidir! İlk adım, ilk ayak izi, ilk söz dizisi…
“HERKES”, HÜKÜMETE NEDEN KIZIYOR!?
Asıl konumuza gelelim şimdi…
Herkes çok kızıyor hükümete... Neden sokağa çıkma yasağı koymuyor!.. Niçin OHAL ilan etmiyor diye.
Kızmayın lütfen.
Ben kızmıyorum. Kızamıyorum!
Nasıl kızayım ki! Bu ekonomiyle mi?
Emin olun; iktidar senden-benden daha çok isterdi, bunu yapmayı.
Hatta yöneticilerimiz muhalefetten önce, ve dahi “herkes”ten önce sokağa çıkma yasağı ilan etmeyi murad buyururdu. Hem niçin istemesinler ki?
Yönetenlerin, koronavirüsle ittifak yaptığını kimse söyleyemez herhalde... Muhalefet koronayla etkili, güçlü bir mücadele istiyor da, ne yani iktidar kasten güçlü bir mücadele istemiyor mu!? Yönetenlerin, yönetilenlerden daha çok dert edinmesi gerekmiyor mu zaten!
Sokaktaki “biz” biliyoruz da, “koltuktaki” bilmez olur mu hiç! Sümme haşa! Ben biliyorum da, koca hükümetimiz bilmiyor olamaz, değil mi!.. Elbette “herkes” de biliyor, “devlet” de biliyor: Sokağa çıkma yasağı, en etkili karantina yöntemi…
Neden şıp diye “sokağa çıkılmayacak” deyip de rahat etmesin ki yönetenler?
Kimsenin başı ağrımazdı. O niye yapılmadı, bu niye olmadı? Şunu neden yapmıyorsunuz? Onlara verdiniz, bize niye vermiyorsunuz?.. Kimsenin başı ağrımazdı. Parça-pinçik tedbirlerle bu sürecin sükunetle ve sağlıklı aşılması mümkün değildi zira. Bir yamayı bir yerden söküp başka bir yerleri yamamaya kalkışınca yeni mağdurlar oluşmaması da mümkün değil, doğal olarak.  “Herkes” zaten mağdurdu...
DOĞRU SORU: “NEDEN YA-PA-MA-DI-LAR!?”
“Peki, neden yapmadılar?” diye soruyor olmalısınız şimdi?
Doğru soru; “neden ya-pa-ma-dı-lar!?” olacak...
 Düşünün önce...
Sonra da, kızın!
İsterseniz verilerle düşünelim ki, neye kızacağımızı bilelim…
•          Bütçe açığı artmaya devam ediyor. Merkezi yönetim bütçesi 2019 yılında 123,7 milyar TL açık verdi.
•          Bütçe 2018 yılında 72,8 milyar TL açık vermişti. Bütçe açığının artması devletin daha çok borçlanması anlamına geliyor.
•          2020 yılı bütçesinden faize 139 milyar lira ayrıldı. Bütçedeki faiz giderleri rakamsal olarak her yıl artıyor. Faiz ödemeleri için 2018 yılında bütçeden 71,7 milyar lira ayrılırken bu rakam, 2019 bütçesinde 117 milyar liraya çıkmıştı. 2020 bütçesinde ise 139 milyar liraya çıktı.
•          Türkiye’nin dış borcu, 2002-2019 döneminde toplam brüt dış borç, 130 milyar dolardan 437 milyar dolara yükseldi.
•          TÜİK’in açıkladığı son verilere göre 4 milyon 394 bin işsiz var. İşsizlik oranı 13,7 seviyesinde. Genç nüfusta işsizlik oranı ise yüzde 25’lerde. Üstelik bu oranlar resmi rakamlar.
ANLAYIN İŞTE! “AMA”LAR, “FAKAT”LAR VE DE “ŞARTLAR”
Meseleyi anlamamız için bu kadarı yeterli sanırım.
Anlayın işte: “Ama”lar, “fakat”lar... ve de “şartlar”.
Her zaman imdada yetişen mazeretler…
Koronadan önce şartlar teslim almış ülkemi. Ekonomi vatandaşa “sokağa çıkma” demeye müsait değildi. Ülkenin son 18 yılı AK Parti iktidarında değil de, başka bir siyasi partinin yönetiminde bugünlere gelseydi, bugünkü makam sahipleri istatistiklerin altını üstüne getirir; “sokağa çıkma vatandaş” diyememelerinin inci ince izahatlarını yapardı. Ama miras AK Parti’nin mirasıydı... Fakat AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti’nin ve kendisinin 18 yıllık iktidarının ekonomik bilançosunu ortaya dökecek değildi. Kendisini ve 18 yıllık iktidarını halka şikâyet edemeyeceğine göre, geriye kala kala kampanyalar, kumpanyalar kalmıştı. Görev “herkes”e düşmüştü.
İşte şimdi kızabilirsiniz…
Ama durun, yine hemen kızmayın…
Delik bir değil, iki değil ki; yamayasın, kapayasın veyahut tıkayasın. Yama tutacak doku kalmamış; ekonomi olmuş delik deşik.
Yahu, “bunun adı düpedüz acziyet… Yanılıyor muyum?
Acziyete önce acınır, sonra kızılır...
Neden yapmadığı konusuna değil, neden yapamadığı sorusunun malum cevabına kızıyorum işte ben.
Ne demek istediğimi, maksadımı anladıysanız eğer… Zamanında kızmadığınıza, şimdi kızmaya başlamışsanız. Hafiften kendinize de “kızın” derim: Geç kaldığınız için.
 “Sokağa çıkmayın, hiçbir şeyi dert edinmeden evinizde dinlenin, sizin çok güçlü bir devletiniz var” kararını alamayacak bir ekonomik çöküntüde bizi yaşatanlardan şikâyetçi olmak en tabii sonuç.
ASFALT VE BETONUN YENMEYEN BİR ŞEY OLDUĞUNU ANLAMAK!
Farkındayım, konu dağılacak…
Hemen toparlayayım.
Şeker fabrikalarının bir bir satıldığı günlerde Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun bu satışların durdurulması için bir Kızılderili deyişiyle seslenişi zihinlere kazınmıştı. Zannederim iki yıl önceydi Sayın Karamollaoğlu’nun uyarısı. Ne diyordu; hatırladınız değil mi!? “Son fabrika satıldığında, son üretici toprağını terk ettiğinde, beyaz AK Partili adam beton ve asfaltın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak” diyordu… Mesele sadece şeker fabrikalarının satılması değildi aslında. Mesele, üretimin son kalelerinin de yıkılmasıydı. Mesele, tam da bugünlerdi! Gün gelecek, tüketim imparatorluğu sarsılacaktı... Gün gelecek, konfor insanlığı doyurmayacaktı... Üretim yoksa büyüyen ekonomiler lahanadan ibaretti.
Gerçek şu ki; çok değil iki yıl sonra Türkiye, Sayın Karamollaoğlu’nun “böyle ekonomi olmaz, böyle yatırım olmaz, böyle büyüme olmaz” dediği uyarılarla yüzleşti. İnsanlar hayatı evine sığdırırken; marketlerden 10 kg’lık asfalt, beş-on paket “beton” almanın gayretine düşmediler. Un, şeker, makarna, pirinçti aradıkları. Beyaz AK Partili adam, beton ve asfaltın yenmeyen bir şey olduğunu anlamıştır inşallah!..