Liyakatin esas alınmadığı sistemin adaleti olamaz.

Bilindiği üzere; devlet kademelerinde görevlendirmelerde, kamu kurum ve kuruluşlarında yapılan atamalarda emanet, liyakat, ehliyet ve adalet gibi ulvi değerlerin yerini partizanlık, yandaşlık, çıkarcılık, kayırmacılık gibi kriterlerin aldığı iddiası sadece günümüzün değil, geçmiş yılların en çok tartışılan konularının başında gelmektedir.

Günümüzde diplomalar, yeterlilik anlamına gelen ehliyetin göstergesi olarak kabul edilmektedir. Ancak diploma sahibi olmak, aynı zamanda liyakatli olmak anlamına gelmemektedir. Liyakat; kişinin bilgi, görgü, kültür, tecrübe, performans, fiziksel konum gibi değerlerin yanında; kişinin aldığı eğitimin, kazandığı iş deneyiminin yapacağı işe dayanak oluşturması gibi kriterlerin emsallerine göre daha uygunluk taşımasıdır.

Emanet ise işin gerçek sahibi tarafından, geçici bir süre için bir başkasının hizmetine sunulan değerler manzumesidir. Buna göre hayat, akıl, sağlık, nimet, servet, evlat, devlet, iktidar, yönetim gibi; bireyin, toplumun, devletin uhdesine tevdi edilen her şey bir emanettir. Mutlak anlamda kul, yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak kendisine verilen nimetlerin emanetçisidir. Diğer taraftan idareciler, yöneticiler, işverenler veya işçiler uhdelerine verilen işlerin emanetçisidirler.

Niyetimiz devlet kurumlarına ait yönetim işlerinin liyakat sahibi kimselere verilmesi veya verilmemesi durumunda, toplumun bütün kademelerinin sosyal, siyasal, ekonomik, milli, manevi ve ahlaki açıdan nasıl etkileneceğini ifade etmek, emaneti ehline vermemenin vahameti konusunda ilgililerin dikkatini çekmektir.

Kamuda ve özel sektörde hizmet üretiminin tartışıldığı günümüzde, işi bilene teslim etmeme en temel sorunların başında gelmektedir. Gerek işe alımlarda gerekse görevde yükselmelerde adalet mekanizmasının askıya alındığı; politik, çıkarcı ve kayırmacı anlayışın liyakatin yerine geçtiği, bilinen bir gerçektir. Oysaki hizmet alanlarının nitelik ve nicelik olarak sürekli değiştiği, sanayileşmenin devasa geliştiği, şehirleşmenin yaygınlaştığı çağımızda bilişim ve teknolojik alanda devletlerin dünya ölçeğinde başarılı olabilmeleri evrensel kurallar içeren liyakat sistemini hayata geçirmeleri ile mümkün olabilir.

             Adaletin tesisi ancak liyakatin esas alınmasıyla sağlanabilir.

Liyakat sistemi yani işi ehline verme olayı rasyonel işleyen bürokrasi çarkını yandaşlığa ve kayırmacılığa karşı koruyan önemli bir kalkandır. Çünkü liyakat sisteminin en önemli özelliği adama göre işi değil, işe göre adamı esas alan bir sistem olmasıdır. Adaletin tesisi ancak liyakatin esas alınmasıyla sağlanabilir. Liyakati olmayan bir sistemin adaleti asla olamaz.  Çünkü liyakat objektif kriterlere dayandığı için, aynı zamanda; adaletin tesisi ve istikrarın devamlılığı anlamına da gelmektedir. Objektif bir kritere dayanmayan kayırmacı sistemde; genel menfaatin yerini ferdi menfaat, adaletin yerini haksızlık, istikrarın yerini istikrarsızlık, üretimin yerini de üretimsizlik almaktadır. İşe göre adam seçilmediği için tecrübe, bilgi ve beceri gibi değerler dışlanmakta; liyakat devre dışı kaldığı içinde adaletsizlik kurumsallaşmaktadır.

Hz. Ömer: “Müslümanların başında bulunan kişi, dostluk veya akrabalık hatırına bir adamı bir işin başına getirirse Allah’a, Resulüne ve Müslümanlara hıyanet etmiş olur.” Buyurmaktadır.

Kamu görevlilerinin seçiminde: "Her Türk Kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez."  Hükmü ile 1982 Anayasasının 70.inci maddesinde liyakat sistemine uyulması öngörülmüş ise de vizyon açıklamaları ve istikbale matuf hedefler belirlense de uygulamanın söz konusu hüküm ve hedeflere uygun yapılmadığı herkesçe bilinen bir gerçektir.

Emaneti ehline vermek ihtiyari bir sorumluluk değil, dini bir zorunluluktur.

Sosyal hukuk devletinin yaşatıldığı yönetimlerin temel özelliği hizmeti vatandaşına eşit sunmasıdır. Bu durum vatandaşın devletine güvenmesinin temel şartıdır. Gelişmiş batı ülkelerinde kayırmacı sistemin yerini, işin ehline verilmesini öngören liyakat sistemi uygulandığı için ; halk devletine, devlet halkına güvenebilmektedir. Kayırmacı sistemin uygulandığı ülkemizde aynı iktidara mensup bakanlık ve üst düzey bürokrat değişikliklerinde bile, devlet mekanizmasında büyük kıyımların yaşandığı, yandaşlara ve politik çevrelere yer açmak için deneyimli ve liyakat sahibi çok sayıda bürokratın hizmet dışına itildiği için vatandaş ile yönetim, amir ile memur, işçi ile işveren arasında güven bunalımı yaşanmaktadır.

Sorun, daha işe alımda liyakatin yerini yandaşlık, siyasi kayırmacılık, hemşericilik, eş, dost, akraba, bölgecilik gibi sübjektif değerler almakta; uygulama, görevde yükselme ve üst görev için kurumlar arası geçişle devam ettirilmektedir. Diğer taraftan devlet kademelerinde yüksek ücret skalasının uygulandığı yağlı kurumlar oluşturulmakta, yandaş kamu çalışanlarının yağlı kurumlara geçebilmeleri için torpil müessesi çalıştırılmaktadır. Para, makam, şöhret düşkünü bazı kamu çalışanları, yağlı kurumlara “kapak atabilmek” için politikacıların ve etkin bürokratların çevresinde pervane gibi dönmektedir. Bu yüzden İslam dini emanetin ehline verilmesi konusunda son derece hassas davranmıştır. Toplum içinde temayüz etmiş ilim, ahlak, liyakat, ehliyet, dirayet, basiret ve şahsiyet sahibi olanların devlet kademelerinde değerlendirilmesini ihtiyari bir sorumluluk değil, dini ve vicdani bir zorunluluk olarak görmüştür.

Allah işin ehline teslim edilmesini emrediyor.

Kutsal kitabımız Kur’an’ı Kerim’de yöneticilik ve diğer işlerin Allah tarafından insanlara verilen bir emanet olduğu, emanetin kullanımında adaletin göz önünde bulundurulması ve emanetin ehil olanlara verilmesi konusunda kesin hüküm ortaya koymuştur. Nitekim ayette; "Şüphesiz Allah, emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. 

Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.” (Nisa 58) buyrulmuştur.

Ebu Hüreyre'den (r.a) rivayet edildiğine göre; kıyametin ne zaman kopacağına dair bir soru üzerine Peygamber: (s.a.v)  "Emanet kaybedilince kıyameti bekleyin. Buyurmuştur.  Ashap tekrar: “Emanet nasıl kaybolur Yâ Resûlallah?" Diye sorduklarında Peygamber (s.a.v):" İşler ehil olmayanlara teslim edilince" diye cevap vermiştir. Hadisi şerifte; işlerin ehil olanlara teslim edilmediğinde meydana gelebilecek tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekilmiştir. Emanet kaybedilince kıyameti bekleyin sözü özellikle inanan insanlar için çok önemli bir uyarı olarak kabul edilmeli, emanetin ehillere verilmeyip, ulufe gibi dağıtılması ise emanete hıyanet olarak değerlendirilmelidir.

Özellikle idarenin yandaşlara peşkeş çekilmemesi ve ehil olanlara tevdi edilmesi konusunda Peygamber (s.a.v)’in uygulamaları son derece yol göstericidir. Nitekim Peygamber (s.a.v)’in "Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kim olabilir?" dediği, ashaptan Ebu Zer'in: "Ey Allah'ın Resulü beni vali tayin eder misiniz? “Şeklindeki talebi üzerine Peygamberimizin: “Ey Eba Zer! Sen zayıfsın. İstediğin idarecilik ise büyük bir emanettir. Bu emaneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesna, kıyamet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır."sözü adama göre iş değil, işe göre adam kuralının işletildiğinin ispatıdır.

Biz, işe talip olanı veya vazife hırsı bulunanı yönetici yapmıyoruz!

Diğer tarafta ashaptan Ebu Musa El Eş Ari’nin anlattığı şu diyalog da son derece yol göstericidir. Amcam oğullarının ikisi ile Hz. Muhammed’in (s.a.v) huzuruna gitmiştik. Onlardan biri: “Ya Resulallah! İdaresini Cenabı Hakk’ın sana verdiği vazifelerden birine bizi âmir tayin etseniz!" dedi. Öteki de benzer bir şey söyledi. Bunun üzerine; peygamber (s.a.v): "Vallahi biz, talip olanı veya vazife hırsı bulunanı yönetici yapmıyoruz!" şeklinde cevap vermiştir. Bu diyalog hem yöneticiler hem de yönetim talebinde bulunanlar için son derece dikkate alınması gereken bir husustur.

Elbette herkesin sorumluluktan kaçması, halkın işlerini yüzüstü bırakması, doğru bir yaklaşım tarzı olamaz. Kendisine bir vazife teklif edilen kimse, eğer kendi liyakatinden eminse ve etrafında kendisinden daha ehil birisi de yoksa teklifi kabul etmesi takdire şayan bir davranıştır. Bu suretle görevinde ve yaşantısında ilmi, ahlakı, basireti, feraseti, dirayeti, kabiliyeti ve kişiliği ile örneklik teşkil edenlerin taltif ve takdir edilmesinin önü açılmış; dalkavukların, fırsat düşkünlerinin de önü kesilmiş olacaktır. Nitekim halifelik daveti yapılan Hz. Ömer: “Siz benim helakımı mı istiyorsunuz?" dediğinde Hz. Ebubekir: "Ya Ömer İnsanlar iki türlü helak olur.  Ehil oldukları halde verilen görevden kaçar helak olurlar.  Ehil olmadıkları halde makam ve mevkii peşinde koşarlar helak olurlar" buyurmuştur.

Makam ve mevkilerin liyakat ve ehliyet esasına göre verilmesi noktasında değerlerimizi besleyen en önemli referans kaynaklardan biri de Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından Kâbe gibi kutsal bir mekânın hizmet işlerinin, Müslüman olmamasına rağmen Osman bin Talha’ya teslim edilmesi olayıdır ki; liyakat sahibi olup fakat Müslüman olmayan kişi, işin ehli olmayan Müslüman’a tercih edilmiştir. Bu da gerçek liyakat sahibi olanların inandıkları dine bakılmaksızın değerlendirilmesinin gerektiğini ortaya koymaktadır.

Hz. Ali (r.a.); "Sakın insanın kötüsü ile iyisini eşit tutma. Çünkü bu eşitlik iyileri iyilikten soğutur. Kötülerin de fenalığa meylini devam ettirir”. Sözünden anlaşıldığı üzere, her konuda olduğu gibi özellikle yönetim işlerinde ehil olanların ehil olmayanlara tercih edilmesi; iyiliklere erişmenin yolunu açacak, kötülüklere erişmenin önünü kesecek olması açısından son derece önemlidir.

Osmanlı’da kölelerin dahi devletin en önemli makamlarına gelebildiği din, dil, ırk ve sınıf ayrımı gözetmeksizin, işin ehline verildiği tarihi bir gerçekliktir. Ermeniler, Rum asıllılar, yabancı unsurlar kendi devletlerini kurana veya kendileri ayrılana kadar, Osmanlı Devleti’nin değişik kademelerinde görev alabilmişlerdir. Osmanlı bu yüzden 600 yıl ayakta kalabilmiştir. Nitekim Ünlü vezir İshak Paşa’nın ehil olmayan bir kişiyi önemli bir göreve atadığı tespit edildiğinde Fatih Sultan Mehmet Han'ın, Ona: “Paşa, paşa bu hatayı ikinci kez işlersen sadece vezirliğini değil, başını da alırım! Devlet-i Al-i Osmanî ancak dürüst, liyakatli ve bilgili kişilerin omuzlarında yükselebilir.” dediği rivayet edilmiştir.


 

İki bin yıllık Roma imparatorluğu bile başka ülkelerden memur, uzman, yönetici transfer etmiş, liyakati esas alarak iki bin yıl yaşamayı başarmıştır. Yine günümüzde ABD dinini, dilini, siyasi görüşünü, ırkını önemsemeden liyakat sahibi insanları dünyanın her yerinden toplayıp ülkesine hizmet ettirmeyi öncelemiş dünyanın süper gücü olma özelliğini kazanmıştır.

Fatih Sultan Mehmet Hanın İstanbul’un fethinde kilit rol oynayan "Şahi " adlı muazzam topların dökümcüsü Macar asıllı Urban’ı krallara yakışır bir şekilde karşılayıp, ona iltifatlar yağdırması Fatih’in liyakate verdiği önemin göstergesidir.

            Yalakalık ve dalkavukluk liyakat sistemini zaafa uğratan etkenlerin başında gelmektedir.

Dücane Cündioğlu Osmanlı’nın yükseliş döneminde liyakat, duraklama ve çöküş döneminde sadakat esastı” der. Ancak burada kullanılan sadakat kelimesi, işe sadakat değil, kendilerine tanınan bir imkânın devamını sağlamak için yönetimi elinde tutan otoritenin haklı haksız, doğru yanlış her isteklerine boyun eğme anlamında kullanılmıştır. Bu tip insanlara sadık denmeyip, halk arasında yalaka ve dalkavuk denir. Çıkarcılık, kayırmacılık ve partizancılık kadar emanet, liyakat ve adalet sistemini zaafa uğratan etkenlerden daha tehlikelisi yağcılık ve dalkavukluktur.

Her dönemde toplumun tolere edebileceği derecede az çok yalakaların ve yalakalıktan hoşlanan bir kitlenin varlığı bilinen bir gerçektir. Ancak yalakaların toplum içinde ve devlet otoriteleri yanında kabul görmesi ve bu durumun ciddi bir şekilde salgın haline gelmiş olması, o toplumda tehlike çanları çalmaya çoktan başlamış demektir.

Ya adalete dayalı liyakat sistemini inşa ederiz. Ya da kıyametimizi bekleriz.

Kamu kurumlarında ve özel sektörde liyakat ve adalete riayet edilmesi sosyal hukuk devletinin tesisinin çalışma ve sosyal barışın sağlanmasının temel şartıdır. Zira; liyakat sisteminin yok sayıldığı ülkelerde, bilim, fikir, kültür ve sanat, spor, siyaset erbabı dışlanır; adalet askıya alınır, zulüm kurumsallaşır böylece çalışma barışı bozulur. Ekonomiden, eğitime, sanattan, ticarete her alanda üretim toplumundan tüketim toplumuna doğru hızla yol alınmaya başlar.

Sonuç olarak;kayırmacı sistemlerde kriterler işe göre değil adamına göre belirlenir. Çifte standart olağan hale gelir. Servet ve yönetim işleri; eş, dost, akraba, siyasi yandaşlar arasında ulufe gibi dağıtılır. İnsanlar amaçlarına ulaşmak için çalışarak hakkı olanı elde etme yerine, çalışmadan hakkı olmayana sahip olma yollarını aramaya başlar. Sonuçta düzen bozulur. Böyle bir türbülanstan çıkmanın tek yolu vardır: emaneti ehline verip, adalete dayalı bir sistem inşa etmek ya da bozuk düzenin çarkları arasında kaybolup gitmektir.

                                                      

                                                                     MUSTAFA KIR