Ocakmedya yazarı usta Gazeteci Fehmi Koru. Son zamanlarda AK Parti ve MHP'deki endişenin oylardaki erime olduğuna vurgu yapan yazılar kaleme alması dikkat çekiyor. Abdullah Gül'e yakınlığı ile bilinen Koru,yolun başında 31 Mart seçimlerinin sonuçları keklik gibi avucumun içinde olarak görünüyordu. Seçim tarihi yaklaştıkça bu konuda kuşkuları artan siyasetçiler tedirgün görünüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ''anketlere güvenmiyorum'' sözünün kuşkulandırıcı olduğuna ifade eden Koru, konuya ilişkin bakın neler kaleme almiş birlikte görelim;

''İktidar cephesinde (AK Parti ve MHP) işler iyi gitmiyor.

Sizleri bilmem, ama benim bu yeni kanaatim her geçen gün giderek daha da pekişiyor.

Yolun başında, 31 Mart yerel seçiminden yeniden galip çıkmayı AK Parti-MHP cephesi için cepte keklik olarak görmekteydim. Seçim tarihi yaklaştıkça bu konuda kuşkularım arttı. Şimdi ise işlerin iyi gitmediğini düşünmeye başladım.

Nedeni anketler değil. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan‘ın “Anketlere güvenmiyorum”demesi elbette kuşku veriyor. Benim gördüğüm endişe verici anket sonuçlarından daha fazlasını Erdoğan da görüyor olmalı. Anketler iktidar cephesi için olumlu bir tablo çizmiyor.

Özellikle de büyük kentlerde.

Ancak anketlere bakarak oluşmuş değil kanaatim.

Yanlış kampanya

Ekonomik durum alarm veriyor, bu ihmal edilmeyecek bir sebep. Fakat başka sebepler de var.

İktidar cephesinin sözcüleri ile görevini iktidar cephesi çizgisinde haber yapmak veya yorumda bulunmak olarak tanımlamış olanların köşelerine ve yorumlarına hakim hale gelen hava, her geçen gün, bir bozgun beklentisi içinde olduklarını dışa vuruyor.

‘Beka’ sözcüğünün bunca kullanılması ve aleyhte algılara sebep olduğu belli iken kullanılmaktan vazgeçilmemesi bana elde başka malzeme bulunmadığını düşündürüyor.

Aksi halde, 17 yıldır ülkeyi yöneten bir siyasi kadronun yerel seçim kampanyasını “Bize oy vermezseniz ülkenin bekasını tehlikeye düşürürsünüz” tezi üzerine oturtması makul görülebilir mi?

Vatandaş, “Ülkeyi böyle bir duruma kim düşürmüş olabilir?” diye düşünmez mi?

Son zamanlarda ağızlara ve köşelere düşen ‘dava’ sözcüğü için de aynı tehlike söz konusu: Bir siyasi kadronun ‘dava’ diye bir derdi olabilir elbette; ancak iktidardan -yani ülke yönetiminden- uzak oldukları dönemde bundan söz edilebilir. İktidara gelen kadrolar kolları sıvayıp ‘dava’ diye andıkları ne/ler varsa onları gerçekleştirmek için çaba gösterirler.

İktidarın 17. yılında, “Davaya ihanet edenler var” veya “Bizim davamız pazara kadar değil mezara kadar” gibi sloganlar hayli tuhaf kaçıyor. Bu cümleleri duyanlar ‘dava’ konusunda farklı düşüncelere dalarlarsa kınayabilir misiniz?

Peki işleri sarpa sardıran sorun ne olabilir?

Aklıma gelen ilk cevap, AK Parti’nin kazandığı her seçimde büyük payı olduğu bilinen Erol Olçok‘un artık aramızda bulunmayışı oluyor. 15 Temmuz hain darbe girişimi sırasında şehit düşen 250 kişi arasında o ve oğlu da bulunuyor.

Erol Olçok siyasi hayatımıza özellikle seçim kampanyaları sırasında pek çok yeniliği getirmiş bir kişilikti. Her kampanya öncesinde iktidara uzak bilinen yerli-yabancı isimlerle de görüşür, parti için araştırmalar yürüten şirketlere sorular sipariş eder, zaten içinde yaşadığı halkın nabzını iyi tutan kampanyalar önerirdi.

Galiba onun yokluğu iktidar cephesinin sendelemesine yol açıyor.

Seçim kampanyalarının önemini siyaseti gözlemeye başladığım ilk günden beri bilirim. Bu alanı en iyi değerlendiren siyasetçi rahmetli Turgut Özal‘dı. Gerektiğinde yabancı uzmanlardan da ANAP’ın kampanyalarına destek arayışına girer, en çarpıcı slogan ve görsel malzemelerle seçmen karşısına çıkmayı başarırdı.

ANAP’ın kampanyaları, Özal‘ın “Nasılsa kazanırım, benden başkasına mı oy verecekler?”rahatlığını duymasıyla birlikte aksamaya başlamıştı.

Acaba aynı rahatlık mı bu seçimde iktidar cephesini yanlışa sürüklüyor?

Medyaya hakim olmak da gevşemeye sebep olmuşsa şaşırmam. Her akşam neredeyse bütün TV kanalları iktidar cephesi çizgisinde görüşlere yer veriyor. Gazeteler yalnızca iktidar cephesinin reklamlarını yayınlamıyor, bütün sayfaları reklam gibi…

Gevşekliğe yol açacak bir tablo bu.

Ancak, kendileri ön planda görünmeksizin pek çok ülkenin seçim kampanyasını yöneten ve hep başarılı olan uzmanlar, bıkkınlığın iktidarların en büyük düşmanı olduğunu söylüyor.

Papaz her zaman pilav yemez misali.

Perde gerisinde kalmayı seven ikili

Geçen gün aktardım: Bir İsviçreli gazeteci, ABD’de Richard Nixon‘dan itibaren kampanyalarda söz sahibi olmuş birinin (adı: Arthur Finkelstein), yine kendisi kadar kafası çalışan daha genç biri (George Birnbaum) ile ekip haline gelerek son on yılda Avrupa’da destek verdikleri ‘sağcı’ politikacılara seçim kazandırmalarını afişe etti.

Adamların gayet basit formülleri var: Karşındakini küçük gör, öyle biri yoksa dışarıdan bir düşman bul, hep onu rezillendirerek kampanyanı yürüt… Macar Musevisi olan SorosMacaristan’da bu işe yaramış; oradan başka ülkelere de ‘düşman’ olarak yine onu taşımışlar…

Yalan söylemeyi mahzurlu görmeyen bir anlayışı kampanyalara sokan da Finkelstein-Birnbaum ikilisi. İsrail’de Netanyahu‘ya sürekli seçim kazandıran da onlarmış…

İsviçreli gazeteci tarafından desteklerinin  afişe edilmesi  sonrasında Netanyahu‘nun İsrail’de işi zorlaştı, yargı devreye giriverdi.

Ülkede etkili bir güç olan hahamlar, Musevi Finkelstein-Birnbaum ikilisinin Musevi Soros‘u ‘şeytanlaştırarak’ yürüttükleri seçim kampanyaları yüzünden Avrupa’da ‘Yahudi düşmanlığı’nın arttığı görüşündeler ve o tür kampanyalar yürüttükleri için de ikiliye hoş gözle bakmıyorlar. [Finkelstein 2017’de ölmüş, Birnbaum aynı çizgiyi sürdürüyor.]

Bu konuyu neden açtım ki, hay Allah…

Hatırladım: Erol Olçok‘un yokluğunun bu seçimde iktidar cephesinin işlerini sarpa sardıran etkisine değinirken söz buraya gelmiş oldu.

Daha vakit var. Belki yeni bir söylem bulurlar.'' ifadelerini kullandı.