Türkiye Aile Meclisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hitaben yazdıkları mektupta, İstanbul Sözleşmesinin kaldırılmasını talep etti.

Türkiye Aile Meclisi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hitaben bir mektup kaleme alarak İstanbul Sözleşmesine yönelik eleştirilerde bulunuldu.

Mektubun tamamı şu şekilde:

İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girdiği 1 Ağustos 2014 tarihinin 5.yıl dönümündeyiz.

Tam adı "Kadınlara Yönelik Şiddet Ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi Ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi" olmasına rağmen girdiği ülkelerde kadına şiddeti azaltmak yerine aileyi dağıtıp, Ailesiz toplum, "çocuksuz birliktelik/partnerlik" modellerine yönlendiren bu ifsat sözleşmenin, eklerinin , uygulamasına yönelik, yasa, yönetmelik, genelgelerin vakit kaybetmeden kaldırılmasını talep ediyoruz.

Bu sözleşme ve aileyi bitiren diğer bileşenleri (CEDAW, 6284, Medeni kanundaki Aile yıkan uygulamalar vs) bizden önce uygulayan ülkelerin şu anda geldikleri nokta, bize gideceğimiz yeri işaret etmektedir. Malumdur ki, aynı yoldan gidip başka bir yere ulaşmak mümkün değildir!

Bu uygulamalar ile Avrupa'nın pek çok ülkesinde aile dışında, babasız dünyaya gelen çocuk oranları yüzde 60'ların üzerine çıktı (İzlanda yüzde 70, Bulgaristan yüzde 59, Fransa yüzde 65). Yaratılan korku atmosferi ve kadın ile erkeğin yeni kodlanma biçimleri nedeniyle gençleri, özellikle erkekleri evlenmeye razı etmek neredeyse imkânsız denebilecek bir duruma geldi. İskandinav ülkelerinde erkeklerin ilk evlilik yaş ortalaması 37'yi bulurken, kadınların ilk evlilik yaş ortalaması 34'lere çıktı. Aynı oran İspanya'da erkekler için 35, kadınlar için 34 yaşına dayandı. Garip bir şekilde ilk evlilik yaşı yükselirken kadınların menopoza girme yaşları düşmektedir. Dolayısı ile kadınların hiç evlenemeyecekleri veya evlenirlerse, evliliğin doğurganlık sonrası döneme kalacağı bir zamana doğru gidiliyor. Bu durumda 3 çocuk hedefi de artık sadece bir hayal olarak kalma riski taşımaktadır. Zaten yaygın sezeryan uygulaması, gıda ve ilaç, kozmetik, giyim ve fıtrata aykırı sportif faaliyetler, media üzerinden yapılan propoganda, bilişim teknolojilerinin yaydığı radyasyon sebebi ile özellikle kadınlar dolaylı yoldan kısırlaştırılmaktadır.

Diğer tarafta, aile içi şiddeti düşürmek iddiası ile yola çıkan uygulamaların hayata geçirildiği ülkelerde şiddet ve taciz düşmüyor, aksine artıyor!.. Bu anlamda aile içi şiddetin en çok rastlandığı ülkelerin başında yüzde 52 ile Danimarka, yüzde 47 ile İsveç ve Finlandiya, yüzde 44'le Fransa geliyor. İsveç'in dünyanın en yüksek tecavüz oranına sahip ülke olmasını eleştiren Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisinin eski lideri Nigel Farage İsveç kenti Malmö'yü "tecavüz başkenti" olarak isimlendirdi. Doğu Avrupa'da 15 yaş üstü kızların yüzde 70'i şiddet veya cinsel tacize uğruyor.

Avrupa Birliği'ne (AB) bağlı ülkelerde ortalama her 20 kadından 1'i tecavüze uğruyor, her üç kadından biri, 15 yaşından itibaren fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor. AB 'de her yıl 15 yaş altı yaklaşık bin çocuk cinayete kurban gidiyor. Her 7 dakikada bir genç şiddet sonucu öldürülüyor. Aynı şekilde tüm dünyadaki çocuk istismarı görüntülerinin neredeyse yarısı Hollanda sitelerinden, yüzde 60'ı Avrupa'dan internete yükleniyor. IWF, Hollanda'nın "çocuk istismarı için suç cenneti" haline geldiği uyarısında bulunuyor.

Batı, kendi "aile" yapısının dağılması ile sokaklara mahkum olan insanları 2.Dünya Savaşı yıllarında edindiği tecrübeyle toplama kamplarına yığıyor: Yaşlıları huzurevlerine, özürlüleri bakım evlerine, kadınları sığınma evlerine, evsiz fakirleri sokaklara, sahipsiz çocukları sevgi evlerine, işsiz güçsüzleri cezaevlerine, alkol ve uyuşturucu bağılılarını rehabilitasyon merkezlerine, hastaları hastanelere, geri kalanları psikiyatri kliniklerine.

Bugün batıda 5 kişilik bir ailede en az bir kişi uyuşturucu kullanıyor ya da alkolik. Beş kişilik bir ailede en az bir kişi lezbiyen, homoseksüel, biseksüel ve ensest ilişkiye kadar varan sapkınlık içinde. Beş kişide bir kişi psikolojik destek almadan kendini yönetemiyor. Beş kişilik bir ailede en az bir kişi en az bir defa intihar teşebbüsünde bulunmuş. Beş kişide bir kişi engelli. Kılavuzu AB olanların varacağı yer burasıdır.

Türkiye'de de süreç, gidişatın aynı yöne olduğunun işaretini veriyor. 2009 da öldürülen kadın sayısı 171 iken, 2013'te 237, 2018'de 440 oldu. 2012 yılında kadınlardan gelen korunma talebi 44 bin 461 iken, 2017'de rakam 207 bin 233'e 2018'de 358 bine yükseldi. Yani, İstanbul Sözleşmesi imzalandıktan sonra kadına şiddette dikkat çekici bir artış gözlemleniyor.

2005 Yılında 641 bin 241 olan evlilik sayısı 2018 yılında 553 bin 202 düşerken boşanma sayısı 95 bin 895'ten 142 bin448'e yükseldi. 2011 yılında uyuşturucudan 105 kişi ölürken 2017'de 941'e yükseldi.

Sözleşmenin ve yan uygulamalarının şiddeti artırıyor oluşunu kapitalizmin taşeronu feminist örgütler, "kadınlar haklarını öğrenip, haklarını talep etme cesareti buldukça adliyeye yansıyan vak'a da artıyor. Rakamların yükselmesi sağlıklı bir işaret" diye açıklıyorlar.

1990 yılında Birleşmiş Milletlerde yapmış olduğu konuşmada Ariel Hoekman'ın ifade ettiği "Boşanma ve artan gayrı meşru çocuk sayısı İnsan Haklarının zaferidir" şeklindeki hastalıklı fikriyatın iz düşümü olan bu düşünce bizzat şiddetin yükselmesinden besleniyor ve meşruiyetini sağlıyor.

Eğer bu iddianın mantığı doğru ise şiddet rakamlarını artırmada büyük katkı sunan tecavüzcü, dayakçı ve katilleri tebrik ederek; "Aman ne güzel, kadınların haklarını aramalarına yardımcı oluyor, dava sayısını artırıyorsunuz" diye kutlamak gerekecektir.

Hâlbuki bu kanunlar çatışmacı Feminist dili de yedeğine alarak erkeği kadına, kadını erkeğe hatta kadını kadına, erkeği erkeğe düşman kılmakta; insanları bir arada yaşayamaz, birbirini idare edemez dengesini kaybetmiş psikolojisi bozuk biri haline getirerek; onları köpeklerinden başka kimse ile beraber olamayan yalnızlara dönüştürmektedir.

İstanbul Sözleşmesi ve bağlı uygulamalarını, 1839'dan beri süregiden sömürgeci emperyal projenin tepeden toplumumuza dayatılması olarak görüyoruz. Kötü olan, modernleşme ve çağdaşlaşma (Asrilik) adı altında birkaç asırdır yaşadığımız tecrübenin yeni bir versiyonu olarak içimizden bu projeye gönüllü olanların çıkması; aileyi, erkeği, kadını ve çocuğu tahrip ettikçe evrensel (seküler) dünyaya adapte olduğumuzu zannederek bunu bir başarı olarak kabullenmeleridir. Modern dönem her topluma aynı sorunları dayatmakla beraber, aslolan, kendi realitemize, değerlerimize ve insanımıza uygun çözümleri aramak ve uygulamaktır.

Daha şimdiden, bu projelerin başladığı yıllardaki cinayet, şiddet, tecavüz, saldırı, uyuşturucu/alkol/ilaç bağımlısı, sokak çocuğu, sokağa terkedilmiş bebek/yaşlı/özürlü, yalnız yaşayan oranlarını bir daha görmemiz bile hayal haline geldi. Hiç değilse mevcut oranları koruyabilmek için bu sözleşme ve uygulamalarının toplumdaki tahribatını durdurabilmek lazım. Değilse şu anımızı bile çok arayacağımızı söylemek büyük bir kehanet değil. Bu sözleşme, Devlet , anayasa ve yasaların varlık ve meşruiyet sebeplerine aykırıdır ve bir an evvel değiştirilmelidir.

En son Ermenistan'da da iradesini ortaya koyan halk ve kilise bu sözleşmenin iptali için mahkemeye başvurmuştur. Bu sorun giderek sadece dini bir hassasiyete dayalı refleks olmaktan çıkıp, aile, ahlak gibi değerleri savunan evrensel bir vicdan hareketine dönüşmektedir. Sözleşme, insanın kimlik ve kişilik kazandığı aileye karşı bir komplo olarak algılanmaya başlamıştır.

Daha fazla geç kalınmadan devletimizin bu yanlıştan dönmesini "İstanbul Sözleşmesi Nas Değildir Feshediyoruz" diyerek uygulamaya geçmenizi ümit ediyor, tüm yetkilileri ve önceAİLE şiarına inanan vicdan sahiplerini AİLE konusunda azami bir hassasiyetle yaklaşmaya ve acil önlem almaya davet ediyoruz. 2020 Yılını #önceAİLE diyerek #AİLE Yılı ilân etmenizi diliyoruz.

Saygılarımızla

Türkiye AİLE Meclisi