​Anadolu topraklarında din ve dindar dediğimiz zaman hemen aklımıza gelen bir çok simge var. Mesela dindar insan namazına, orucuna, ibadetlerine dikkat edecek. Sakallı ve cübbeli olursa dindarlık oranı biraz daha artacak. Camilere çokça gidecek. Ağzından inşallah, maşallah, Allah kelimelerini düşürmeyecek. Hz. Muhammed’in adı anılınca mutlaka salavat getirecek. Vs.

Said Nursi Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde şöyle kısacıcık iki cümle kuruyor:

“İmandan sonra en mühim ve en lâzım âmâl-i salihadır. Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.” 

Bu sarsıcı cümlelerden ben amel-i salihin imandan sonra en gerekli şey olduğunu ve ikiye ayrıldığını anlıyorum: 1. Maddi ve manevi hukuk-u ibada tecavüz etmemek. 2. Hukukullahı da hakkıyla gerçekleştirmek. 

İkincisinden başlarsak, hukukullahı yaratıcımızın bizim üzerimizdeki hakları olarak anlıyorum. Ki biz yaratılmışlar olarak sahip olduğumuzu zannettiğimiz hiçbir şeyin gerçek sahibinin bizler olmadığını biliyoruz. Maddi manevi üzerimizde olan her şey bize yaratıcımız tarafından verilendir. Bizim kendi kendimize sahip olup kendimizi idare edemediğimiz çok açık. Bunun aksi bir delil de yok. Bize aitmiş gibi görülen her şey bir yaratıcının ikramıdır ve O’nu tanımak, bilmek, teşekkür etmek, ibadetler ile hukukullah hakkıyla ifa edilebilir. Bu insanın yaratıcısı ile olan kulluk ilişkisidir. Hukukullahı yaşamak yaratıcımıza karşı aldığımız bir amel-i salih tavrıdır.

Birincisi ise kul hakkına riayet etmektir. Bu bağlamda, madem ki her şey ve herkes bir Allah’ın kuludur, öyleyse kullar arasında eşit bir düzlem içinde hak, adalet, hukuk, saygı ilişkisi kurulmalıdır. Bunu bütün varlığa, eşyaya saygı olarak genişletebiliriz. İkincisi hukukullaha karşı amel-i salih ise, ilki insanların hukukuna karşı amel-i salihtir.

İlginçtir ki Nursi amel-i salihi tarif ederken “hukuk-u ibad”ı ilk olarak zikretmektedir. Oysa örfi din algısında salih amel dediğimizde insanların hukuku pek de öyle aklımıza gelmemektedir. Amel-i salihi daha çok namaz, oruç, hatta kılık kıyafet, sakal, bıyık gibi değerlerle sınırlandırmışız. Çok ibadet edeni salih bir kişi olarak algılamışız. 

Oysa ibadetler, kılık kıyafet vs. kişinin Rabbi ile olan ilişkisinin yansımalarıdır ve amel-i salihin bir yönüdür. Fert olarak, insan olarak başkalarıyla kurduğum ilişkide amellerinin salihliğine, sahihliğine bakmalıyım ben.

Bir insan ibadetler, hatta iman, ilim konusunda çok terakki etmiş birisi olabilir. Ama benimle olan ilişkisinde veya benim onunla ilişkimde hakkı, benim hukukumu, adaleti gözetmiyorsa o kişinin sosyal hayatta salih bir ameli yoktur.

Allah’a iman Allah’ın yarattıklarına saygıyı gerektirir. Çünkü hepimiz abdiz ve kulluk noktasında hepimiz eşitiz, birbirimize hiçbir üstünlüğümüz yok.

Sosyal, siyasi, komşuluk vs. ilişkilerimizde karşımızdakinin bizimle olan ilişkisine bakmalıyız. Benim haklarıma, hürriyetime saygı gösteriyor mu? Benimle ilgili bir şeyler yapacaksa benimle hakkaniyetli istişare ediyor mu? Yoksa kendi ilmini, maddi manevi makamını kullanıp bana üstünlük taslamaya mı çalışıyor?

Çok ibadet yapan, dindar gibi giyinen (ne demekse bu?) kişinin bu duruşuna bakıp dindarlığına hükmediyoruz. Oysa pek çok dindar görünen insanlara zarar veriyor, gıybet yapıyor, kendisini öne çıkarıyor, başkalarının varlığına, hürriyetine saygı göstermeyebiliyor.

Halbuki onun çok güzel Kur’an okuması, hafız olması, ilim sahibi olması o kişinin beşeri ilişkileri değil ki. Bunlar onun Allah ile olan ilişkileri. Evet bu da güzel, ama bu kişi dindar görünüp beni kandırıyor, beni ezmeye, Allah’ın verdiği hürriyetimi almaya çalışıyorsa benim gözümde o insan salih bir amel işlemiyor demektir. Bu insan aslında hukuk-u ibada dikkat etmediği için Allah’ın affetmeyeceğim dediği bir fiil işlemektedir ve dindar bir kişi değildir. Allah’ın yarattığı kullara saygısı olmayanın Allah’a da saygısı yoktur. 

Burada özellikle sevgiden bahsetmiyorum. Yaratıcıyı tanımak, sevmek, yaratılanları sevmek ayrı bir konu. Sevmek ve sevmemek de kişinin iç dünyasıyla ilgilidir. Ben kimseden beni sevmesini bekleyemem, ama bana ve haklarıma saygı duymasını beklerim.

Öte yandan inanç ve ibadet yönüyle zayıf veya farklı biri; insan haklarına, hürriyetlerine, hukuka saygılı olabiliyorsa işte bu kişi sosyal hayatta amel-i salih işleyen biridir. İnanç ve ibadet noktasındaki duruşu, düşünceleri beni ilgilendirmemeli. Ben kişilerin benimle olan ilişkisine bakmalıyım. 

Sosyal ve siyasi hayatta çok düştüğümüz bir yanılgıdır bu. Bir insanın şahsi ibadetlerini yapması, ilmi derinliği elbette güzel ve imrendiğim bir şey. Ama benimle olan ilişkisinde o çok ibadet ve ilmini benim hürriyetim, hak ve hukukum aleyhine kullanıyorsa ben o kişiye dindar demem. Bir iş yapacaksam o işin ehline bakarım. Çok ibadet etmesine değil.

Maalesef din sadece ibadetler, kılık kıyafet ile sınırlandırılınca inananlar haktan, hukuktan, adaletten, insan haklarından bahsetmeyen, bunları umursamayan insanlar olarak algılandı. Veya sadece kendisinden olanları önemseyen kişiler haline geldik. Oysa Nursi bütün kulların (sadece insanın değil, bütün varlığın) hakkını, hukukunu, adaletini, hürriyetini önemsiyor ve bunları amel-i salihin diğer kanadı olarak vurguluyor. Kendisi de bu konulara ilgisiz kalmamış, hayatı boyunca insan haklarını, özgürlükleri, ehil olmayı, hukuku, meşvereti, meşruiyeti işleyen onlarca yazı ve kitap neşretmiş.

Başka türlü Kur’an’ın ve Peygamber mesajlarının evrenselliğini, imanın olduğu kadar sosyal ve siyasi hayattaki rehberliğini nasıl anlar ve yaşarız?

Kaynak:Ocakmedya