Mücahit Gültekin, Milli Gazete’deki köşesinde Yenikapı’daki Kudüs Mitingi ile ilgili tartışmaları değerlendirdi. Gültekin, yazısında özellikle ABD'nin ortadoğu'ya ve islam alemine nasıl yerleştiğine ve kominizm oyununa dikkat çekerek ABD'nin İncirlik üssü'nü nasıl izinsiz kullandığını ifade ederek şunları gündeme taşıdı:

Büyük Kudüs Mitingi: “Waldo, sen neden burada değilsin?”

Saadet Partisi’nin Yenikapı’da düzenlediği mitinge kimi çevrelerden eleştiriler ve boykot çağrıları geldi. İlginçtir, Saadet Partisi bundan 3 yıl önce de, 30 Temmuz 2017’de, Yenikapı’da aynı isimle “Büyük Kudüs Mitingi” düzenlemiş ve o zaman da mitinge yönelik boykot çağrıları gelmişti. O yıl kaleme aldığım bir yazıyı paylaşmak istiyorum:

***

Amerika Birleşik Devletleri Ortadoğu’ya 1957 yılında “Eisenhower Doktrini”yle girmişti. Bu doktrin, Komünist Rusya’nın tehdidi altında olan ülkelerin, talep etmesi halinde, askeri yardım yapmayı öngörüyordu. Bağdat Paktı üyeleri olan Türkiye, İran ve Pakistan Eisenhower’ı bir bildiriyle kutladılar:

“ABD’nin bu cesur ve yerinde kararı, Yalnız Lübnan’ın bağımsızlığını ve meşru hükümetini korumakla kalmayacak, aynı zamanda İran, Pakistan ve Türkiye’nin kararlı tutumlarını da güçlendirerek, hür dünyanın Amerikan liderliğine güvenini pekiştirecektir.”

Nitekim ilk müdahale 15 Temmuz 1958 tarihinde Lübnan’a yapıldı. Amerikan askerlerinin Ortadoğu’ya girişini simgeleyen bu ilk müdahaleyi Lübnan Başkan’ı talep etmiş, Amerikan askerlerinin Lübnan’a transferinde Türk Hükümeti’nden izin bile alınmadan İncirlik Üssü kullanılmıştı.

Asıl dikkat çekmek istediğim ise Amerikan Başkanı’nın kendi adıyla anılan doktrine Kongre’yi ikna etmek için gönderdiği mesajdır. Ortadoğu’nun maddi önemi yanında manevi ehemmiyetine de dikkat çeken Başkan, üç büyük kutsal dinin bu topraklarda doğduğunu belirtmiş ve komünizmi işaret ederek şöyle demişti: “Bu kutsal yerlerin, Tanrı’yı reddeden materyalist düşüncenin egemenliğine terk edilmesi tahammül edilemez bir şey.”

***

Amerika böyle bir ülkeydi. Kendi küresel düşmanına karşı üç büyük dini ve “72 milleti” tek bir cephede buluşturabiliyordu. Nitekim önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, 1964 yılında Kıbrıs yüzünden Yunanistan ve Türkiye’nin arası bozulup eller silaha uzanınca Başkan Johnson araya girmiş ve NATO üyesi iki kardeş ülkenin çatışmasına izin vermemişti. Johnson, mektubunda Fransa-Almanya örneğini vermiş ve NATO’ya girdikten sonra bu iki ülkenin 100 yıllık düşmanlıklarını tarihe gömdüklerini söylemişti. Onlara asıl düşmanın “komünizm” olduğunu hatırlatmış ve bunun dışında müttefik ülkeler arasında çıkabilecek sorunların kardeşçe çözülmesi gerektiğini söylemişti.

***

Türkiye’de o yıllarda haktan, hukuktan, sosyal adaletten, milli menfaatlerden, dini duyarlılıklardan yola çıkarak ülkenin dış politikasını eleştirmek mümkün değildi. Yapılan her eleştiri “dini maske olarak kullanmak suretiyle...”, “milli duyguları istismar ederek...” “komünizm propagandası yapmak” olarak damgalanıyordu. Asıl amacın başka olduğu söyleniyor, söylenen her haklı argüman “maske” olarak değerlendiriliyordu. Bu şüphesiz, Amerikan Psikolojik Savaş ve Propaganda Merkezi tarafından yönetilen psikolojik harbin güçlü bir yöntemi olarak kurgulanmıştı: Amerikan menfaatlerine zarar verecek her “makul argüman” komünist niyetlerle ilişkilendirilip, mahkum edilecekti.

Bu “komünist kılıcı” iç politikada partiler arası hesaplaşmada da kullanılıyordu.

Örneğin Celal Bayar’a Toprak Mahsulleri Vergisi’nden “Bütün mahsulümüzü Toprak Mahsulleri Ofisi’ne verdiğimiz halde hala onlara %70 mahsul borçluyuz. Borcumuzu ödemek için öküzlerimizi sattık... Toprağı öküzsüz nasıl işleriz?” diye şikayet eden köylülere bir kaymakam “Hakikaten komünist tahrikleri bu köyü sarmış!” diye tepki gösteriyordu. Hatta Yozgat valisi hayat pahalılığı üzerinden CHP’yi eleştiren Demokrat Parti’yi “komünistlik” yapmakla suçlayabiliyordu. Menderes bile bundan kurtulamamış “Moskova’yla parola birliği yapmakla” suçlanmıştı. Millet Partisi’nin Fahri Başkanı Fevzi Çakmak da “komünistlik” yapmakla suçlananlar arasındaydı. Bir defasında “hak ve hürriyetten” bahsettiği için “komünist” damgası yediğini söylemişti.

İnsanlar “komünist” damgası yememek için “sosyal”, “toplum”, “sınıf” gibi kavramları kullanmaktan çekinir olmuşlardı. Antikomünizm bazen trajikomik sonuçlara yol açıyordu. Örneğin, 1960 Darbesi’nden sonra oluşturulan Sansür Kurulu bir filmde yer alan repliği tehlikeli buluyor; “Oya’nın babasının Suat hakkında söylediği ‘İkiniz de ayrı alemlerin insanısınız’ cümlesi bir sınıf farkını ima ettiğinden çıkarılması”na karar veriyordu.

Saunders’in deyimiyle bildiğimiz NATO’nun yanında bir de Kültürel NATO kurulmuştu. Görevi ise açıktı: Halka etki eden/edebilecek olan kültür, sanat, bilim, edebiyat vs. adamlarını Amerika’nın hedefleri doğrultusunda araçsallaştırmak. Saunders Parayı Verdi Düdüğü Çaldı/ Sanat ve Edebiyat Dünyasında CIA Parmağı kitabında kültürel alanda yürütülen bu psikolojik savaşa fazlasıyla örnek vermektedir. Tanınmış pek çok kişi bilerek ya da bilmeden Kültürel NATO’nun hedefleri doğrultusunda çalışmıştı.

***

Saadet Partisi’nin organize ettiği ve STK’ların da destek verdiği mitinge ilişkin internette boykot çağrıları yapıldı. Bu çağrılar, Saadet Partisi’nin Anayasa Referandumu’ndaki tutumunu hatırlatıyor ve onu güvenilmez çevrelerin operasyonel aracıymış gibi sunuyordu. Kimileri de mitingi İran’la ilişkilendirerek, “Bu mitinge giderseniz İran’ın ekmeğine yağ sürmüş olursunuz” gibi bir gerekçeyle mezhebi duyarlılıkları harekete geçirmeye çalışıyordu. Bir de mitingi “görmezden gelerek” bu boykot çağrılarına pasif destek verenler vardı. Etkisi ne kadar oldu bilemiyorum. Neticede bu tür boykot çağrılarına rağmen, Yenikapı’dan güçlü bir sesin yükseldiğini gördük. Bu bakımdan Saadet Partisi ve mitinge destek veren STK’lar tarihi bir görevi yerine getirdiler.

Ancak bu boykot çağrısının arkasında yatan mantık kesinlikle çok önemli. Hepimizin (bu çağrıları yapanlar, kulak verenler, sessiz kalanlar ya da bu çağrıları kabul etmeyenler, farketmez) bir muhasebe yapmasında fayda var. Çünkü bu mantık, başka meselelerde de karşımıza çıkıyor:

* Bir başka şeyi (bu her ne olursa olsun) İsrail’den ve Siyonizm’den daha tehlikeli gören bir mantık kaçınılmaz olarak İsrail ve Amerika tarafından araçsallaştırılacaktır. Bugün Ortadoğu’da yaşadığımız acıların 1950’lerde bize yüklenen mantıkla da ilişkili olduğunu hatırlamak gerek. Milliyetçi, muhafazakar, demokrat vs. çevrelerde oluşturulan “komünizm korkusu” aklı felç etmiş, ABD ve İsrail’in Ortadoğu’ya yerleşmesine yol açmıştı. Yukarıda verdiğim örneklerde de görüldüğü gibi, bunu bizzat Müslüman ülkeler istemiş ve bu işgal Müslüman ülkelerin üsleri/toprakları kullanılarak gerçekleştirilmişti.

* İsrail gibi bir konuda ortak tavır alamayan ya da Mescid-i Aksa gibi bir değer etrafında buluşamayan Müslümanların birlik ve beraberliğinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Bu konuda ortak bir pratik geliştirememiş Müslümanların teorik tartışmalarının (Sünnet ya da Kur’an merkezli tartışmalarda olduğu gibi) bir kıymeti kalmayacaktır. Çünkü Yahudiler (Irkçı ve Siyonist Yahudiler) hakkında Kur’an ve sünnet bütün Müslümanlara aynı pratik duyarlılığı yüklemektedir.

* Boykot çağrılarının dayandığı mantık iflah olmaz bir paranoyaya yataklık edebilir. “İkiniz de ayrı alemlerin insanısınız” cümlesini (ki bunun gibi pek çok örnek var tarihimizde) Komünizm propagandası olarak okuyan mantık, o günlerde ülkesinin istihbaratının, ekonomisinin, askeriyesinin, kültür ve sanatının ABD yörüngesine girmesiyle ilgilenmiyordu. Aynen bunun gibi, Mescid-i Aksa’yı gündeme getirmenin ya da İsrail teröründen bahsetmenin “Hımm... aslında bunun amacı şu...” gibi bir patolojiye evrilmesi, herhangi bir programda İsra Suresi’nin okunmasını bile bu patolojiyle yorumlamaya yol açabilir: “Aslında bu bir maske... Asıl amaçları...”. Vesvese (ki bugün sadece bu işle uğraşan dünya çapında profesyonel kurumlar var) etkili bir silahtır. Vesvesenin biricik özelliği bulunuyor: Sahte olması. Vesvese üreticileri emeğimizi ve enerjimizi önümüze koyduğu sahte hedeflere; öfkemizi ve husumetimizi sahte düşmanlara yöneltmektedir.  Belki o yüzden Kur’an’ın son sözü budur: “...Min şerril vesvâsil hannâs/Ellezî yuvesvisu fî sudûrin nâs/Minel cinneti ven nâs.”

* Girişte dikkat çektiğim Eisenhower’ın sözü, sözde kalmamıştır. Gerçekten de, Amerika kendi küresel çıkarlarını örgütlerken, bir bakıma, “ümmet” bilinciyle hareket etmiştir. Kimsenin kaşıyla, gözüyle; ırkıyla, diniyle; mezhebi ve meşrebiyle ilgilenmemiştir. Amerika’nın kurduğu her örgütte bunların her birine yer vardır. Amerika’nın önkabulleri, kalıpyargıları, takıntıları olmamıştır. Sadece tek bir şeye dikkat etmiştir: “Benim çıkarlarıma hizmet ediyor mu?”. Bu, bugün de böyledir. Eğer bugün hem IŞİD’i (Arap ve diğer milletler), hem PKK’yı (Kürt) hem FETÖ’yü (Türk) idare edebiliyorsa, bu, ABD’nin, çıkarları söz konusu olduğunda “ayrımcılık” yapmaması sebebiyledir.

***

Bu yazıya, İsmet Özel’in aktardığı bir olayı ekleyerek bitireyim:

Henry David Thoreau ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist politikayı protesto etmek için vergi ödemeyi reddeder ve hapse atılır. Kendisiyle aynı düşünceleri paylaşan yol arkadaşı Ralph Waldo Emerson ziyaretine gelir ve aralarında şu konuşma geçer:

-Henry, neden buradasın?

-Waldo, sen neden burada değilsin?