Emperyalizm ve Suriye politikamız

Baskın Oran

Bilim adın zikredelim evvela, vacib oldur cümle işte her yurttaşa:

Çok veciz biçimde söylemek gerekirse, emperyalizm, altyapısıyla ve üstyapısıyla Batı’nın bir yayılma türüdür. Bu işi, 1490’larda sömürgecilik’le başlayarak İngiltere, sonra da Fransa, Almanya, İtalya, ABD, vs. yapageldi. Hâlâ da farklı biçimlerde yapmaya çalışanlar var.

Amaçları, bir bütün oluşturan şu hususlardı:

1) Uluslararası itibar kazanmak;

2) İçteki taraftarların aferinini almak;

3) İçteki muhalefeti yemleyip sindirmek;

4) Özellikle de, ekonomik talan.

Bunun için önce kaşiflerini yolladılar, ardından misyonerlerini, ardından ticaret şirketlerini, sonra da ordularını. 19. yüzyılın son yarısında ordu işin içine girince, esas emperyalizm dediğimiz olay başladı.

Her askerî işgal (ör. bir kabilenin komşu kabile topraklarına girmesi) tek başına emperyalizm değildir. Ama askerî işgal emperyalizmin “olmazsa olmazı”dır ve artık günümüzde nadir görülmektedir çünkü işgal edilen ülkede büyük tepki yaratmaktadır ve olay, sonunda, işgalcinin aleyhine dönmektedir.

Bu sebeple, yukarıda belirttiğim amaçlarla yayılmak isteyen güçlü devletler artık ordu göndermiyorlar. Bu işi özel koşullara sahip azgın İsrail dışında, son olarak Bush Jr. Irak’ta yaptı, rezil oldu. Bunun yerine, yayılmak için başka yöntemleri devreye sokuyorlar: 1970’lerde başlayan çokuluslu şirketleri, 1980’lerde başlayan iletişim devrimini, 1990’larda başlayan rakipsizliği. “Piyasanın gizli eli”, “uluslararası toplumun iradesi”, “demokrasi götürüyoruz” sloganlarıyla çalışıyorlar.

Fakat bu farklı duruma farklı bir isim vermek lazım yoksa 19. Yüzyıl koşullarının ezberciliği olur. Buna çok isterseniz “yeni sömürgecilik/yeni emperyalizm” diyebilirsiniz ama, “küreselleşme” daha doğru.

Önemli: Küreselleşme’nin kötü yanı var, iyi yanı var. İyi yanına en tipik örnek, M. Kemal’in 1920’lerden itibaren getirdiği Batıcı/uygarlaştırıcı “yukarıdan devrim”in demokrasi eksiğini telafi için 2001-2004 arası getirilen AB Uyum Paketleri.

Bu kadar bilimsel ukalalık yeter, konumuza geçelim ve bunları Suriye’de test edelim.

***

AKP-MHP iktidarı için kaşif yollamaya gerek yoktu çünkü Suriye “zaten bizim”di az önce. Ama misyoner yolladı. Davutoğlu’nun o tarihlerde bahsettiği “yumuşak güç” (soft power) buydu zaten: YTB, TİKA, MİT, Diyanet, ve ayıptır söylemesi, özellikle de Fethullahçıların “Türk Okulları”. Ticaret şirketleri de yolladı; yandaş müteahhitleri, resmî müteahhit TOKİ’yi, vs.

Sonra sıra TSK’ye geldi: Afrin’de Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı. İdlib’de 12 askerî üs. Resmî gerekçe, “Suriye rejiminin ve Kürtlerin saldırılarını zapturapta almak” olarak kurgulandı. Ama ikisinin de saldırdığı filan yoktu; bu, toplumun olgusu (yani, gerçek) değil, iktidarın algı operasyonu (yani, bahanesi) idi. Ve bizi klasik bir 19. Yüzyıl şemasıyla burun buruna getirip bıraktı. Şöyle ki:

1) AKP-MHP iktidarı, Suriye’ye ordu sokmak yüzünden Batı’nın ve Arap dünyasının büyük tepkisini çekti. Mecburen de, Rusya’nın Ortadoğu’ya yerleşme emellerine hizmet etmeye başladı. Fakat bunları hiç umursamadan, “Herkes bizi kıskanıyor da ondan!” deyip uluslararası itibar kazandığını yutturmak istiyor. İçteki yandaşlarına, tabii.

2) İçteki milliyetçi taraftarlarının aferinini almak için kendini paralıyor; bu da pek doğal.

3) Ama şu pek doğal değil: İçteki muhalefeti milliyetçilikle yemleyip iyi sonuçlar alıyor.

K. Kılıçdaroğlu geçtiğimiz Ağustos sonunda aynen şöyle dedi: “Ülkemiz içinde teröre karşı verilen mücadelenin sınırlarımızın ötesinde sürmesi uluslararası anlaşmaların ve angajmanların sağladığı bir haktır. Bu bağlamda, Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlamak amacıyla Suriye toprakları üzerinde sürdürdüğü mücadelenin meşruluğuna inanıyoruz”.

Şimdi şehit haberleri üst üste yığıldıkça, “Şehitler bizim onurumuz, gururumuz. Türkiye egemen güçlerin Orta Doğu'daki taşeronluğuna soyunmamalıdır, bedelini bizim asker ödememelidir" demeye başladı.

M. Akşener tabii ki çok daha ateşli: “Mehmedim toprağa düşerken ve bunu bir devletin askeri yaparken lafı uzatmanın anlamı yok. Mikrofon delikanlılığını artık bırakın ve gereğini yapın”.

Böylesi bir muhalefet varken saldırgan iktidara ne gerek var yahu? “Rejim Şubat ayı içinde çekilmezse Türkiye gereğini yapacak!” diye Suriye’yi Suriye’den kovan, son olarak da “Rejim güçlerini gördüğümüz her yerde vuracağız” diye açıkça savaş ilan eden bir AKP’li CB Erdoğan varken. Ve “Şam'a girmeyi planlamalı ve zalimler yerle yeksan edilmelidir. Zulüm şatoları yıkılmalıdır. Yansın Suriye, yıkılsın İdlib, kahrolsun Esad!” diyen bir MHP’li D. Bahçeli varken.

***

4) Kalıyor, ekonomik çıkar şıkkı. Yani, zurnanın zırt dediği delik. Bunu iç savaşla yırtılmakta olan Suriye’de akıl edip becermek büyük marifet ama, AKP-MHP iktidarı burada pek başarılı:

Zeytin Dalı Harekatı sonrası, sanki bu ismin gereğini yapar gibi, TSK’nin maaşlı taşeronu Özgür Suriye Ordusu’nun kontrolündeki Afrin’den ülkeye binlerce ton zeytinyağı sokulduğunu MHP bile söyledi. Ama en sağlam kaynaktan, yani yerli tüccardan dinleyelim. Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi Kurucu Üyesi Murat Narin konuşuyor:

“Fiyatlar 3 yıl öncesinin fiyatlarına inmiş durumda. Savaş koşullarında kim nasıl toplayıp bu ülkeye hangi yoldan getiriyor? Kayıtsız vergisiz hangi yollardan dolaşıma sokuluyor? Ülkeye getirilecek yağın toplam 50.000 ton olduğu söyleniyor. Türkiye rekoltesinin beşte biri. 50.000 ton 2.500 tır yükü eder. Bu ülkenin gümrüğü, sınır güvenliği, kanunu, nizamı yok mu? Getirilen yağlar için ülkemizdeki mezartaşlarına bakarak müstahsil makbuzu kesip, bir de devletten zeytinyağı destek primi alıyorlar. Üstelik bunları dış piyasaya da ‘Türk yağı’ diye satarak uluslararası arenada bizi zor duruma sokuyorlar. Böyle yıllar içinde zar zor yarattığımız itibarımız, birkaç kişinin kısa dönem kârı için heba oluyor”.

Bu konu “emperyalizm” kavramının göbeğinde olduğu için bütün tarafları dinlemek lazım. Acaba Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli ne diyor:

"Biz hükümet olarak PKK'nın eline gelir geçsin istemiyoruz. Afrin'de biz gelirlerin bir şekilde bize geçmesini istiyoruz, bu hakimiyetimiz olan bölgede. O sebeple tarım kredi kooperatiflerine 5.000 tonluk bir görev yazılmıştır ve bu görev için kapılar açıldı ve şu ana kadar giren 600 ton ürün var. 200.000 tonluk zeytinyağı rekoltesinde bunları konuşuyor olmamız hakikaten çok ayıp ve çok komik".

Bi de bunları sattığımız Avrupalılara bakalım:

İspanyol gazetesi El Publico, İsviçre milletvekili B. Guhl, İspanyalı senatörler C. M. Garcia ve J. N. Pla, İspanya Zeytinyağı İhracatı Birliği (Asoliva) Başkanı R. P. Lapuente, hepsi aynı şeyi söylüyorlar: “Türkiye Suriye zeytinyağına ‘Made in Turkey’ damgası vurarak satıyor. Gümrük raporları gözden geçirilsin ve ürün testi yapılsın”.

Büyüklerimiz “Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak!” ve “Şu kadar rejim unsuru [Suriye askeri] belasını bulmuştur” dedikçe, Türkiye tarihinde emsali görülmemiş bu beladan bu şehit haberleri gelmeye devam edecek maalesef. Ben burada sadece bu gençlere “ne uğruna” can verdirildiğini yazmak istedim.