Dindar-muhafazakârların, “iktidar” gücünü elde etmeden önceki eylem ve söylemleri ile iktidar gücünü elde ettikten sonraki eylem ve söylemleri arasındaki paradoksal çelişkilerin iç yüzünü araştırma konusundaki, incelemelerimize geçmiş dört yazımızın ortaya çıkardığı tablonun genel bir analizini yaparak, bu yazımızda, devam ediyoruz.

Mevcut iktidarlara meydan okuyan tüm iç-muhalefet hareketleri daima “haklar-ve-yükümlülüklerde adalet ve/veya sosyal adalet taleplerinden mutlaka birisini veya her ikisini birden dile getirerek, var olan iktidarlar karşısında, toplumsal meşruiyet ve destek sağlama yoluna gitmişlerdir. İktidar muhaliflerinin daha adil veya idealistmiş gibi görünen eylem veya söylemlerinde gerçekten dürüst mü yoksa taktiksel bir aldatmaca (takıyye) mi kullandıklarını en baştan akıl veya kalplerine bakarak bilmek mümkün olmadığından dolayı, görünüşte makul görünen, muhaliflerin talepleri çoğu zaman toplumsal destek de bulabilmiş ve ilerleyen zaman içerisinde artan toplumsal destek bazı muhalif elitleri iktidara da taşımıştır. Ancak, bilinen insanlık tarihi içerisinde, sayıları, yok denilebilecek kadar az olan siyasal elitler, iktidarın el-değiştirmesi sonrasında, iktidarları öncesinde dile getirdikleri söylemlerindeki idealizmlerini koruyabilmiştir. Yeni iktidar elitleri, çoğu zaman, ya iktidar gücünü ele geçirir geçirmez daha önceleri eleştirerek veya şeytanlaştırarak yerlerini aldıkları iktidar elitlerine benzemeye başlamışlar ya da en fazla bir iki nesil sonra yerlerine geçtikleri iktidarları aratır hale gelebilmişlerdir.

Yazılı tarih içerisinde iktidara gelmenin hiç değiştirmediği, muhtemelen, tek örnek Hz. Muhammed’dir. Çünkü, ölüm tehlikesi altında hicret etmek, ayrılmak, zorunda kaldığı anayurdu Mekke’ye muzaffer bir komutan olarak geri dönüp orayı fethettiğinde de orada kalmayıp tekrar Medine’ye dönmeyi tercih ederek yeni fetihler yapmaya başladığı dönemlerde de hayat tarzını ve de insanlara karşı olan tavrını hiç değiştirmemiştir. Hazreti Peygamberin vefatı sonrası, ondan aldıkları örnek terbiye ve rol modelliği ile onun yönetim tarzı dört halife döneminde belli ölçülerde devam ettirilebilmiştir. Ancak, Muaviye dönemi ile birlikte, kibir, mal biriktirme hırsı, ırkçılık, ayırımcılık, kıskançlık, iktidar gücüne erişmede veya iktidarı korumada hiçbir insani ya da vicdani sınır tanımama gibi dünyanın başka yerlerinde veya zaman dilimlerinde hüküm sürmüş “zorba” iktidarlarda görülebilen birçok insani zaaflar belirgin olarak İslam coğrafyasındaki iktidar elitlerine da hâkim olmuştur. Belirtilen bağlamda, Muaviye ve sonrasındaki Müslüman liderler, Hazreti peygambere veya özellikle ilk iki halifeye benzemekten daha ziyade, Emevîler döneminde Rum Kayserleri /Roma Krallarına, Abbâsîler döneminde de İran Kisralarına benzemeye başlamışlardır.

Müslüman yöneticilerin kibri, mal biriktirme, kenz, hırsları, ırkçılık, ayırımcılık, kıskançlık ve güç elde etmedeki zaafları yüzündendir ki Hazreti Peygamberin vefatı üzerinden daha 50 yıl bile geçmeden; amcasının oğlu, damadı, sırdaşı, zaman zaman peygamber vekilliği de yapmış olan sahabisi Hazreti Ali; Hazreti Peygamberin “Onlar benim reyhanlarım”, "Onlar, cennet gençlerinin efendileridir" dediği iki torunundan Hz. Hasan zehirlenerek, Hz. Hüseyin de Kerbela’da hunharca öldürüp başı kesilerek şehit edilebilmişlerdir.

Oldukça açıktır ki dünya menfaati, güç hırsı, kabilecilik ve kibir uğruna, Kur’an’ın ve sünnetin, Müslümanlara, canlarından aziz olarak sevilmelerini emrettiği Ehl-i Beyt’e karşı işlenen bütün bu vahşetlerin referansı asla kuran olamazdı. Çünkü, İslamiyet, haksız yere cana kıymamayı, barışı, danışarak iş görmeyi (şura, meşveret), adaleti, iyiliği, erdemli olmayı, Müslümanlar arasında kardeşlerden bir kardeş olmayı, sosyal adaleti, kısacası güzel ahlaklı, erdemli ve barışçıl, insanlardan olmayı emrederken, Müslüman olduklarını iddia eden iktidar elitlerinin bu kadar vahşeti neye dayanarak işleyebildikleri ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tarihsel okumalarım, dinci siyasal, “din-si”, elitlerin, barbarizme varan eylemlerini yaparken, Kur’an’ı değil de başka kitapları mesela Tevrat’ı veya İncil’i takip ettiklerini söylemektedir. Elbette ki, özellikle İncil, iyi insan olmayı, affetmeyi, dostu sevmek bir yana, düşmanını bile sevmeyi emreder. Ama, fıkralardaki “yarı-hafız” misalinde olduğu gibi, İncil’deki “Romalılar” kitapçığının, “Yönetime Bağlı Olmak” temalı, 13. Bölümünün, 1-7. ayetleri, seçici olarak okunduğunda, bu tespitimizi haklı çıkartacak ve de din-si iktidar elitlerince suiistimal edilebilecek ifadeleri içerdiği görülebilmektedir. İncilin ilgili ayetleri, seçici olarak okunup, sanki öncesinde ve sonrasında başka ayetler yokmuş gibi, yanlı bir şekilde okunup, yorumlanarak uygulamaya konulduğunda Firavunlar, Nemrutlar, Kisralar, Sezarlar, tanrı krallar bir anda gayet “meşru”, “tanrı tarafından görevlendirilmiş”, eylemleri sorgulanamaz yöneticiler halini alabilmektedir. Elbette bu türden yaklaşımlar, tüm semavi dinlerin, özellikle de İslam dininin lafzına ve ruhuna oldukça ters yaklaşımlardır. Ancak tarihe baktığımızda hak dinlerin mesajlarının suiistimal edilmesinin çok sayıda örnekleri mevcuttur.

İncil’in, Romalılar, 13: 1-7 ayetleri aşağıda sunulacaktır. Ancak öncelikle, Kur’an’ın talep ettiği veya özendirdiği yönetim tarzı ile ilgili ayetlerden bahsetmekte yarar görüyoruz.

Yönetim yaklaşımı olarak, Kur’an, “krallık, tek adamlık, mutlak monarşi” gibi rejimleri özendirmekten daha ziyade, “katılımcı demokratik” yönetimleri, Kur’an’daki ifadesi ile “şûra” usulü ile yönetmeyi veya iş görmeyi, devlet adamlarına zorunlu bir vecibe olarak göstermiştir. Örneğin, Al-i İmran suresi, ayet 159’da, danışarak iş görmek, yani “şûra”; Peygamber ve de dolayısı ile onun yolundan gittiğini iddia edenler için zorunlu bir uygulama olarak emredilmiştir. “…(Yapacağın) işlerde onlara (arkadaşlarına, sahabene, halkına) da danış”; Şûra suresi, ayet 38’de “Müslümanlar işlerini, aralarında yaptıkları istişare ile yürütürler” ifadesi ile şura, istişare, meşveret emredilerek, bunlara göre hareket etmenin, Müslümanların temel özellikleri veya görevleri olması gerektiği ifade edilmiştir. Ayrıca Yusuf suresi, 76’da “Her ilim sahibinin üstünde de daha iyi bilen biri vardır” ifadesi ile akıl danışmanın, istişare veya meşveretin ne kadar değerli olabileceği anlatılmıştır. Bu ayetlere göre, Müslümanların, problemlerini, savaşla, despotlukla değil, birbirine danışarak, uzlaşarak çözmeleri, kendi geleceklerini belirlemede söz haklarının olması gerektiği veya söz sahibi olmayı talep etmeleri gerektiği buyurulmuştur. Zaten, İslam Peygamberinin teşvik ve uygulamaları da hep yukarıda ayetleri hayata geçirecek doğrultuda olmuştur.

Peygamber, rutin dışı bir iş yapacağı zaman, Müslüman toplulukların ileri gelenleri, sözüne itibar edilenleri ve ilgili oldukları konularda müracaat edilmesi gereken tüm Müslümanlarla daima istişare etmiştir.  Ancak, İslam’ın emrettiği yöntemlerle iş başına gelmek yerine zorbalıkla ve saltanat usulü ile iktidara gelen yöneticiler, yönetimlerinin meşruiyetlerini sorgulatmamak ve yönetimleri altındaki kişileri kendilerine itaate zorlayabilmek için yeni aldatmacalar, yeni yöntem ve veya yeni ideolojiler geliştirerek, zulüm ve zorbalıklarını meşru gibi gösterebilmeyi yüzyıllar boyu başarabilmişlerdir. Bu sebepledir ki maalesef demokratik yönetimler İslam toplulukları arasından çıkmak yerine, aydınlanma sonrası Hristiyan aleminden çıkabilmiştir. Öte yandan, ellerindeki Kur’an’ı okumayan veya okudukları halde manasını tam olarak anlamak istemeyen Müslüman elitler ve/veya topluluklar ise hâlâ demokrasiye şaşı bakmaya devam edebildiklerinden dolayı İslam dünyasında demokrasi kültürü bir türlü gelişememiştir. Üstelik, Müslüman elitler, krallıkları, diktatörlükleri veya tek adam rejimlerini İslam’ın bir gereği imiş gibi toplumlarına dayatarak, demokrasiyi de sanki bir “küfür rejimi” imiş gibi yansıtabilmişlerdir.

İncil, Romalılar, 13: 1-7 ayetleri aşağıda sunulmuştur. Bu yazıda, seçici ve yanlı olarak okunduğu takdirde, İncil ayetlerinin nasıl çarpıtmalara alet edilebileceğinin, diğer yandan da İslami yönetim olarak Müslüman topluluklara dayatılan diktatörlüklerin ise ne kadar İslami olduklarının analizini bir sonraki yazımızda yapmak üzere sunuyoruz.

İncil, Romalılar 13: 1-7;

“(1) Herkes, baştaki yetkililere boyun eğsin. Çünkü Tanrı'dan olmayan yönetim yoktur. Var olan (tüm yönetimler) Tanrı tarafından kurulmuştur (Onların var olmalarına Tanrı izin vermiştir). (2) Bu nedenle, yönetime karşı koyanlar, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur ve buna karşı gelenler (yöneticilerce/tanrıca yargılanıp) hüküm giyeceklerdir. (3) Çünkü yöneticiler iyi işler yapıldığında değil, kötü işler yapıldığında korkulacak kişilerdir. Öyleyse, yönetimden korkmamak ister misin? İyi olanı yapmaya devam edin, (böylece) yöneticinin övgüsünü kazanırsınız. (4) Çünkü o iyiliğiniz için çalışır ve Tanrı’nın hizmetçisidir. Ancak, kötü şeyler yapıyorsan, kork. Çünkü (yöneticiler) kılıcı boşuna taşımıyorlar; o Tanrı’nın hizmetçisidir; kötülük yapanın üzerine Tanrı'nın gazabını salan öç alıcı olarak Tanrı'ya hizmet ediyor. (5) Bunun için, yalnız Tanrı'nın gazabı nedeniyle değil, vicdan nedeniyle de yönetime bağlı olmak gerekir. (6) Vergilerinizi de bu yüzden ödüyorsunuz; çünkü yöneticiler toplum yararına Tanrı’nın hizmetçileridir ve bu amaçla sürekli hizmet görürler. (7) Öyleyse herkese hakkını verin; vergi isteyene vergi, harç isteyene harç verin, korku isteyene korku, saygı isteyene saygı gösterin.”

İncil’deki bu ayetleri seçici olarak okuduktan ve Kuran’ın şura ile ilgili ayetlerini okuduktan sonra, İslam dünyasındaki “Krallıkların, mutlak monarşilerin” ne kadar İslami veya Kur’an’i oldukları konusunda biraz düşünmenizi rica ediyorum.

İncil’de yer alan, Romalılar kitabının, Roma İmparatorlarının hala putperest oldukları ve/veya kendilerini tanrı, yarı-tanrı ilan edebildikleri bir dönemde, MS. 56 yılında, Hazreti İsa’nın Elçisi Pavlus tarafından Romalılara ve/veya Romalı Hıristiyanlara hitaben yazıldığı notunu da düştükten sonra, bu ifadelerin o zamanın veya sonradan gelecek olan tüm despotik idareciler tarafından ne kadar suiistimale açık olabileceğinin, halkını ezen tüm tiranlıklara, halk karşısında, ne kadar büyük bir meşruiyet kazandırabileceğinin değerlendirmesini, bir sonraki yazımıza kadar, okuyucularımıza bırakıyoruz.

Belirtilen konuda veya ilgi duyduğunuz diğer konularda her türlü katkı, öneri ve değerlendirmelerinizi bekleriz.

Doç. Dr. Bayram Erzurumluoğlu