Dindar-muhafazakârların, “iktidar” gücünü elde etmeden önceki eylem ve söylemleri ile iktidar gücünü elde ettikten sonraki eylem ve söylemleri arasındaki paradoksal çelişkilerin iç yüzünü araştırma konusundaki seyahatimize öncelikle, tarihsel bir çerçeve çizerek devam etek isterim. Çünkü; dini söylemleri, iktidar aracı olarak kullananların, geçmişleri, tarih boyunca hiç de parlak olmamıştır. İnsanlığın tarihsel birikimi, bugün de bundan sonra da dinsel-dinci-siyasal (din-si) iktidarların da sicillerinin sağlam olmayacağı/olmayacağının önemli bir takım delillerinden olarak değerlendirilebilir.

Bu tespitimiz, aslında, sadece İslam’a/Müslümanlara özgü bir tespit te değildir. Dinleri siyasal güç elde etme ve/veya siyasal güçlerini koruma aracı olarak kullanmak; sultanlar/sultanlıklar yanında, Firavunları, Nemrutları, Kisraları, Sezarları, tanrı kralları, Engizisyonları da doğurmuştur. Bazılarımız, hemen, “Firavunların, Nemrutların, İslam’la alakası nedir? Tüm hak dinler onların zulümleri ile mücadele etmek, onların batıl/zalim iktidarlarını devirmek için gelmiştir” diyebilirler. Ancak, hatırlatalım ki bu şahsiyetlerin de tabi oldukları, ürettikleri veya uydurdukları bir takım dinleri vardı ve siyasal iktidarlarının ana taşıyıcı aracı haline getirdikleri dinlerini, tanrı adına, yeryüzünde hüküm koyma ve toplumlar üzerinde egemenlik kurma aracı olarak da kullanıyorlardı. Kısacası, din-si’lerin kurdukları, din-si iktidarlar kendilerine, yeryüzünde, “tanrı” yetkisine sahip “yeryüzü-tanrıları” olma gücü/erki veriyordu. Böylece “yeryüzü-tanrısı” oldukları dinlerine inanmayanları; sapkın, hain, kafir ilan edebiliyorlar ve din-si egemenliklerini kullanarak kendilerine inanmayanları, muhaliflerini, öldürebiliyor, yakabiliyor, köleleştirebiliyor ve dünyayı onlara zindan edebiliyorlardı.

Kısacası, din ve siyaset birleştirilip “din-si” iktidara dönüştürüldüğünde, bu iktidarlar, artık, tanrı gibi sorgulanamaz, kimseye hesap vermez, ne yapsalar hikmetlerinden sual olunamaz egemenlikler halini aldıklarından, bu kılıf ya da sembolizm onlara, tarih boyunca, oldukça çekici gelmiştir. Dinler tarihi veya dünya siyasal tarihi belirtilen konunun binlerce örnekleri ile doludur ve bu husus din-si egemenler için oldukça çekici olduğundan, tarih boyunca sıkça kullanılmış ve istismar edilebilmiştir.

Konu hakkında İslam toplumlarının tarihine dönülecek olduğunda, Hz. Peygamber vefat ederken kendisinden önceki ve kendi zamanındaki siyasî sistemlerin ve devlet teamüllerinin aksine yerine geçecek ve İslâm toplumunu yönetecek kişiyi veya hangi yönetim sisteminin benimsenmesi gerektiğini açıkça belirlememiştir (bu hususta, her ne kadar Şia ve Sünni İslam arasında fikir ayrılıkları varsa da bu konuya şimdilik girmek istemiyorum). Çünkü; peygamberin getirdiği, Kur’an; hak, hukuk, adalet, ehliyet ve liyakati esas almak kaydı ile yönetim sisteminin adının ne olduğu ile pek ilgilenmemiştir. Bu sebeple Kur’an’da devlet başkanının seçilme şekli veya yönetim sisteminin hangisi olması gerektiği ile ilgili açık bir hüküm de yoktur. Bu ifademizi şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Meşruti krallıklarla yönetilen İngiltere, Belçika, Danimarka, Luxemburg, Hollanda, İspanya ve İsveç gibi ülkeler ile cumhuriyet veya demokrasi ile yönetildiklerini, krallık olmadıklarını, ilan eden ülkelerden olan Cezayir, Tunus, Fas, Etiyopya, Kuzey Kore ve Türkiye gibi ülkelerden daha adil, daha demokratik, insan hak ve hürriyetlerine daha saygılı rejimler olabilmektedir. Benzer bir yaklaşım sergilemiş olarak, Kur’an ve İslam dini de rejimlerin isimleri ile değil; “Kur’an ve Sünnet’e uygun (hukukun üstünlüğü) hareket etmeleri, “Şura” (Danışma-Ortak Akla uyma) ile iş görmeleri, işlerin “ehliyet” ve “liyakat” ilkelerine uygun olarak ehliyetli ve liyakatli kişilere verilmesi ile ilgilenmiştir. Bu prensipler çerçevesinde hareket edildiği takdirde, ülkeleri kimin yönettiğinin veya sistemin adının ne olduğunun da bir önemi zaten kalmayacaktır.

Belirtilen bağlamda, İslam tarihine bakıldığında, ilk 4 Halife dönemindeki devlet başkanlarının, “cumhuriyet” ve “demokrasi” sistemine de nispeten benzetilebilecek şekilde, seçimle başa gelen yöneticiler oldukları, tüm sistemik/insani eksiklik ve aksaklıklarına rağmen, İslâmî devlet ve İslami hükûmet sistemini uyguladıkları ve yukarıdaki ilkeler çerçevesinde hareket ettikleri söylenebilir. Ancak, 4. Halife olarak seçilen Hazreti Ali’nin döneminde yaşanan iç karışıklıklar ve Hz. Ali’nin, 661 yılında, şehit edilmesi sonrasında, Muaviye’nin devlet yönetimi ve devlet başkanlığını kılıç zoru ile ele geçirmesi ile birlikte, Müslümanların devlet yönetimi tamamen, dünyevî amaç ve işleri esas alan din-si yönetimlerin eline geçmiştir.

Bu durumda, bizim de siyasal-İslam’ın tarihini Emevi hanedanlığının başladığı “dünyevî sultalar” dönemi ile başlatarak devam etmemiz mümkündür.

Muaviye’nin seçimle değil “kılıçla” İslami devlet yönetiminin başına geçmesi ile birlikte, artık, devlet yöneticilerinin seçiminde “şura” prensibi devre dışı bırakılmış, kitap ve sünnet temelli yönetim sitemi, tamamen “irsiyet”, kabile ve aile “asabiyetine” dayalı hale getirilmiştir. Böylece, İslam’ın ortadan kaldırmaya çalıştığı cahiliye asabiyeti ve kabilecilik rekabetleri, Emevi hanedanlığı döneminde, Roma ve Bizans krallıklarına benzer bir saltanata dönüştürülmüştür. Emevi iktidarında, böylelikle, İslam’ın emirleri olan, hukukun üstünlüğü, ehliyet ve liyakat sistemi gibi objektif kriterlerden oldukça uzaklaşarak, “devleti yönetenlerin” üstünlüğünü esas alan; devlet başkanının şahsî ve ailevî menfaatlerini gözetilerek, seçip layık gördükleri kişiler, liyakatsiz olsalar bile liyakatli, ‘hakka’ değil yönetenlere sadık olanlar sadakatli, ehliyetsiz olsalar da yönetenlerin ehliyetli gördükleri ehliyetli olmuşlardır. Artık, yeni yönetimde, kitaba ve sünnete itaat (İslam hukukunun üstünlüğü) değil de ulül-emre (yöneticilere) itaat prensibi ön plana çıkartılarak dini prensipler tamamen yozlaştırılmıştır.

İktidarları süreci içerisinde, Emevi din-si yönetimlerinin, güya İslam adına muhaliflerine yaşattıkları zulümler öylesine bir toplumsal nefret doğurmuştur ki Emevi saltanatı devrildiğinde; Hz. Muaviye dahil olmak üzere tüm Emevi ailesine mensup olanların mezarları kazılarak ölülerinin kemikleri bile meydana çıkarılmış; cesetleri henüz çürümemiş olanların cesetleri kırbaçlanmış, cesetlerinin ayaklarına ip bağlanarak, sokak sokak teşhir edilmiştir. Sonrasında da tüm kalıntıları yakılarak külleri havaya savuracak kadar kötü muamele görmüşlerdir.

Yukarıdaki vahşetleri işleyenlerin kimler olduklarını söylemekte mahzur olmasa gerektir. İlginçtir ki Emevi ölülerine bile bu vahşi davranışları sergileyenler, “Kitap ve Sünnete göre hükümet edeceklerini, Ehl-i Beyte ait gasp edilmiş olan hakları iade edeceklerini, tüm halkı Emevi zulmünden kurtarıp adalet ve eşitlik içinde yöneteceklerini ilan eden ve bu konularda halka söz veren Abbâsîler olmuştur.

750 yılında, Abbâsîler savaş yolu ve adalet vaatlerini kullanarak iktidara geldikten hemen sonra, tüm fiil ve hareketleriyle yalan söyleyip halkı aldattıklarını ispat ettiler ve Emevîlerden daha şiddetli bir siyaset gözettiler. Örneğin Şam’a girdiklerinde 50,000 insanı öldürdüler. Ehl-i Beyt’in sağ kalan büyük şahsiyetlerini öldürdüler. 

Abbasîler din-si iktidarı, ile Emevîler din-si iktidar, arasında sadece iki fark vardı. Bunlardan biri iktidarın Ümeyye oğullarından Abbâs oğullarına geçmesi, diğeri de Emevî sultanlarının İstanbul’daki Rum Kayserini, Abbâsî sultanlarının da İran Kisralarını taklit etmeleriydi. Hükümet işlerinde, tayin ve atamalarda, beytülmalin, devlet hazinesinin yağmalanmasında, adlî ve hukukî işlemelerde aynen Emevîlerde olduğu gibi zulüm ve adaletsizlik üzere yürüdüler.

Yakın ve çağdaş tarihimizdeki “eşitlik özürlük adalet, adil bölüşüm” söylemleri veya kandırmacaları ile iktidara gelen siyasal İslamcılar, Hazreti Osman’ın hakkını savunmak bahanesi ile iktidara gelen Emevîler ve/veya halkı Emevîlerin zulmünden kurtaracakları ve adalet getirecekleri bahanesi ile aldatarak iktidara gelen Din-si Abbasi hilekarlarına ne kadar da benzeyebiliyorlar değil mi?

Bu konudaki yazı serimiz devam edecektir. Saygıdeğer okuyucularımdan belirtilen konuda veya ilgi duydukları diğer konularda her türlü katkı, öneri ve değerlendirmelerini bekleriz.

Doç. Dr. Bayram Erzurumluoğlu