Rahmet, bereket ve güzelliklerle dolu bir mübarek ayı geride bıraktık. Ne kadar doldurabildik rahmet pınarından testilerimizi, ne kadar yıkayabildik Ramazan nurlarıyla yüzlerimizi gönüllerimizi bilinmez ama yine de şükürler olsun. Rabbimize hamdolsun iklimlerin en güzeline bizi eriştirdiği için. Bin aydan daha hayırlı zamanı bize yaşattığı için.

Çocukluğumuzun ramazanları, şimdilerin ramazanı ile kıyaslanır durur çoğu kez. Özleriz mütevazı iftar sofralarımızı, evlerimizi, camilerimizi, bazılarımız saray veya konak sofralarını, sahurlarını, mukabele ve hatim mekanlarını.

Aslında özlenen geçmişte kalan günlerin kendisi değildir. Geri gelmeyecek oluşundandır özlemek. Gidenin ardından gönül gözü bakakalır hep. Hasretimiz yokluğunadır, yokluğun varlığa gidişinden. Zira fani fenayı bildiği ve onda kaybolduğu anda varolur. Yokluk aleminde gezinen faniler varlık dünyasına her zaman iştiyaklıdır.

Bize de bu mübarek ayın son günlerinde eskide kalmış zamanlarımızda yaşamak, küçük yaşlarımızın masum ve zengin dünyasına dalıp çıkmak nasip oldu. Ağacına taşına toprağına havasına  Ramazan sinmiş sokakları dolaştım. “küüüpecik küüüpecik” diye hep bir ağızdan bağırarak kapı kapı dolaşan Ramazan çocuklarını kendi çocukluğuma kattım.

Bol susamlı çift yumurtalı pide kuyruklarında o eşsiz Ramazan kokusuna karışan pide kokularını derin derin içime çektim…

Mukabele seslerini doldurdum ruhuma camilerden evlerden gıcırdayan cumbalı ahşap evlerden…

Gözleme buharlarına karıştırdım oklava tıkırtılarını davul gümbürtüsüne uyandığım sahur vakitlerinde…

Hisar’a baktı gözlerimiz iftarı müjdeleyen top sesini duyarken, atılan toptan semaya nazlı nazlı yükselen dumanları görmek için.

“Ur^uc”un vaktidir bu kutlu zamanlar. Bin aydan hayırlı, ömrün en mübarek nasibi.

Atalardan miras canlı bir tarih kentinin içinde tarihin gözbebeği Yıldırım Beyazıt mirası bir Ulucami atmosferi.

Aman Allah’ım o nasıl ulvi bir havaydı öyle?

Nasıl cennet bahçelerinin zerresinin zerresi de olsa, yine de cennet misali bir mekan, zaman, solduğumuz hava, aminlere karışan adı bilinmez kuş sesleri, hışırdayan her bir yaprak yeryüzü ağaçlarından başka bir şeydi sanki. Yeşil bitkiler değil de incecik altın varaklardan, zümrütlerden rüzgarın saçlarını okşamasıyla salınan, salındıkça birbirine yaslanıp dalgalanan, tarifi imkansız, müessirin eseriydiler.

Yıldırım Beyazıt tarafından yapımına başlanıp daha sonra tamamlanabilen bu camide büyük usta Mimar Sinan’ın da imzası bulunuyor. Restorasyon çalışmaları ona ait.

24 saat hiç kesilmeden su akan şadırvanı çocukluğumun yıllarına götürdü beni. Hafızlık töreni için toplandığımız, kendi yazdığım şiirimi o büyük kalabalık içinde okuduğumda duyduğum heyecanı ve sonrasında kana kana su içtiğim o şadırvanı hatırladım.

Su; sanki Fuzuli’nin su kasidesini söyler gibiydi. Ve işte hiç kesilemeden akmaya devam ediyordu.

Bin aydan hayırlı Kadir Gecesini idrak etmeyi Rabbim bu mabette nasip etti yine. Şükürler olsun.

Vacidiye Medresesinin kapısı önündeki taşlar secde edilen yumuşacık halılardan daha narin daha yumuşakça namazımıza eşlik ediyorlar, ağaçlar yapraklarını kıpırdatarak aminlerimize karışıyorlardı.

Namazlara karışan çay kaşığı ve kahvecinin çaayyy çığırtısı, tahta kahveci taburelerinde sahuru beklerken gençlerin kahkaha ve şakalaşmaları aynı mekanda iki ayrı alemi yaşatıyordu.

Bir kez daha şükürler olsun dedim. Bin aydan hayırlı bir geceyi şehrin tek padişah eseri camiinde yaşamayı ve nasipdar olmayı lütfettiği için Rabbime.

Meryem ŞAHİN 14.06.2019