Baskın Oran

Geçen hafta, bugünkü Rejim’i “12 Eylül’ün direkt devamı” olarak nitelemiş ve 41 yıl önce yazdığım bir yazıdan söz etmiştim. “17.09.1981 tarihli Cumhuriyet’teki bu yazıyı münasip bi zamanda özetleyerek takdim ederim” de demiştim. Arayı soğutmadan bunu konuşalım.  

12 Eylül 1980 askerî darbesi dönemi. “Milli Güvenlik Konseyi” (MGK) yani 5 generalden (“Beşibiyerde”) oluşan Cunta, kapattığı TBMM’nin yerine yasaları yapıyor. 04.11.1981’de yaptığı 2547 sayılı YÖK yasası yani Yükseköğretim Kanunu da bunlardan biri. Yasa, tam 1 yıl sonra (06.11.1982) uygulamaya geçecek. 

“Temel Yanlışlık” başlıklı bu yazıda ben bugün Türkiye’nin başına büyük bela olan kimi şeyleri öngörmüşüm, kimi şeyleri de tahmin dahi edememişim. İkisine de bakalım. Yazıdan alıntıları tırnak içinde veriyorum.

***

“Şu anda MGK’nin gündeminde birkaç bin kişiyi ilgilendiriyor gözüken, fakat Türkiye’yi çok derinden etkileyecek bir yasa var (…) hem yıllar sonra Türkiye’de tarafsız bilim, özellikle de sosyal bilim üretilemediği görülecek, hem de daha yasanın çıkmasıyla birlikte (…) genç bilim adamları kendilerine başka olanaklar aramaya başlayacaklar.”

Tahmin doğru ama çok eksik. Çünkü olay bugün sadece genç bilim insanları için değil, her 100 gençten 62’si için geçerli. 20.10.2020 tarihinde (yani şu andaki büyük ekonomik kriz daha başlamadan önce) 71 ilde yapılmış anketlere göre, 18-29 yaş grubuna giren gençlerin %62,5'i yurt dışına gidip yerleşmek istiyor. 

“Görüldüğü kadarıyla tasarının kalkış noktası yapayanlış: (…) Anarşinin kaynağı üniversitedir, bu da özerklik yüzünden böyle olmuştur (…) Öğrencileri hocalar bu hale getirdi.”

Evet, kabahat hocalara bulunmuştu ve Cunta bunları tasfiye edecekti. Bunu yazıda mealen de olsa öngörmüştüm. Fakat yine çok eksik öngörmüşüm. Çünkü YÖK, önce yasanın uygulamaya konulduğu ilk gün yani 6 Kasım 1982 günü sabahı yardımcı doçent temizliğine başladı. 

Buna ilaveten asıl hoca kıyımı, 12 Mart 1971 Cuntasının çıkardığı 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'nun ikinci maddesinin 12 Eylül Cuntası (MGK) tarafından 1983’te değiştirilmesiyle başladı. Toplam 4.891 kamu personeli görevden atıldı (istifalarla birlikte sayının 20.000’i bulduğu söylenir).   Bunların arasında “1402'lik” olarak anılacak 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent de vardı. Bu atılıştan da ayrıca nasibimi almıştım. 

Almıştım ama, askerî darbeciler ne kadar zalim olursa olsun, Yargı işlemeye büyük ölçüde devam ediyordu. Nitekim ben 6 Kasım 1982 sabahı Mülkiye’den atıldığımdan sonra Danıştay kararıyla göreve dönmüştüm.

1402’lik yapıldığım zaman da aynı olanak tekrarlandı. 12.03.1986'da da Ankara İdare Mahkemesi 1402'liklerin tüm aylık ve özlük haklarıyla göreve başlatılmaları gerektiğine karar verdi ve Sıkıyönetimin kaldırıldığı günden itibaren mahrum kaldıkları maaşların da tazminat olarak ödenmesini öngördü. YÖK buna itiraz edince iş uzadı ama 03.03.1990'da Danıştay son noktayı koydu. 1402’likleri göreve döndürdü. Bu sürecin mimarı, o zamanlar Ankara Hukuk’ta yd. doç. olan, bugünün emekli profesörü Metin Günday’dır. 

***

Askerî dönem böyleydi. Gelelim bugünkü “sivil dönem”e. AKP 2012-2013’te bir Kürt Barış Süreci başlatmış fakat kamuoyu yoklamalarında oy kaybettiğini gören Başbakan R. T. Erdoğan, Hükümetle varılan Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımadığını 22.03.2015’te ilan etmişti. 

Bunun adından, 11.01.2016'da bildiri yayınlayarak Kürt meselesinde barışçı çözüm isteyen 1128 akademisyen, ki sayıları daha sonra 2.212’ye ulaşacaktır, perişan edildi. Bi kısmı tutuklandı, toplam 549’u hiçbir gerekçe gösterilmeden, başta OHAL KHK’leri olmak üzere çeşitli yöntemlerle işten uzaklaştırıldı.

Askerî darbe dönemi olsaydı bu akademisyenler idari yargıya başvurur ve 1982 ve 1990’da olduğu gibi göreve dönerlerdi. Ama “sivil” yönetim bu hocaların, atılanların durumunu sürüncemede bırakmak ve mahkemelere gitmelerini önlemek için kurulan OHAL Komisyonu’na başvurmalarını şart koştu. Bu koşul, OHAL kaldırıldıktan sonra da devam etti ve idari yargıya başvurmayı önledi. Yürütmeyi durdurma için başvuranların davaları Danıştay ve AYM içtihatlarına rağmen reddedildi.

Zaten Komisyon, OHAL sona erdiği halde başvurulara cevap bile vermiyordu. Atılmalardan 5 yıl sonra vermeye başladığında da görüldü ki yapılan toplam 108.200 başvurudan %11,3’ünü kabul etmiş, %88,7’sini reddetmiş. Zaten “kabul” alanlar da ardından idari yargıya başvuracaklar, orada da olmazsa AYM’ye gidecekler, orada da olmazsa AİHM’ye. Bu işkence değil de nedir?

41 yıl önce artık bu kadarını da öngöremezdim. Doğaya aykırı olurdu. Devam edelim.

***

“Meslektaşlarının seçmediği, atanmayla gelen dekanlar bölüm başkanlarını seçiyor. Fakülte Kurulu’ndan değil doçentler, profesörler bile çıkartılmış. Öğrenci temsilcisi bir yanda kalsın, akademisyenlerin yarısını oluşturan asistanların bile temsilcisi yok artık”. 

“Gelişmemiş yüksek öğretim kurumlarında 5 yıl hizmet yapan biri, gelişmiş kurumlardaki kadroya öncelikle atanacak. Böylece, Türkiye’nin altmış yedi köşesinde plansız programsız açılıvermiş olmak yüzünden kavruk kalan bu kurumların cılız yetişmiş elemanları, büyük kentlerin yeterli olanaklarıyla yetişmiş (…) öğretim üyesine yasa zoruyla yeğlenecek. Zaten (…) adından başka hiçbir şeyini tanımadığınız doktoralı elemanı ekip çalışması yapmak üzere sınavsız almak zorundasınız. Onu sınavda belki rahatlıkla eleyecek nitelikte olan, kendi elinizle yetiştirip dört yılda her yönüyle tanıdığınız öğrenciler tasarıya göre sınava bile giremiyor.”

Bugün artık bırakın asistanları, üniversitelere kayyım rektör atayan “sivil yönetim” devrindeyiz. 

***

“Ayrıca, on yıl kadar emek verip, doçent yapıp tam kendisinden hoca olarak yararlanacağınız zaman YÖK onu zorunlu olarak başka bir üniversiteye atıyor (…) İnsan türünün Âdem ile Havva’dan geldiğine iman etmiş bir kültürel ortamda antropoid maymundan nasıl söz edecek? (…) nasıl sosyal bilim anlatacak? Üniversite hocasının görevi, lise hocasının tam tersi (…) Öğrenciye bütün görüşleri bilimsel ve tarafsız olarak sunmak zorunda.”

“Peki, diyeceksiniz, gelişmemiş üniversitelerimiz hocasız mı kalsın? İşte, bütün sistemin felsefesinin en sakat noktası bu sorunun altında yatıyor. Yanıt çok kısa ve basit: Taşrada Üniversite Olmaz. Çünkü üniversite okumak, yalnızca tahta sıralara oturup “feyiz” almak değil. Sahaflarda veya Kızılay’da kitapçı dolaşmak, yorulunca kızlı-erkekli oturup çay içerken iki konu tartışmak veya en son filmleri görmek de ders notları kadar önemli. Bu görgü ve kültür de ancak büyük kentlerde edinilir. İrice bir kasabaya üniversite açarak oranın gencini oraya mahkum etmek olacak iş değildir. (…) Taşraya üniversite götüreyim derken, bilim taşralaşır.”

Evet, bütün bunların sonuçlarını geçen hafta istatistikler vererek yazdım, tekrara gerek yok. 41 yıl önceki yazıyı şöyle bitirmişim:

***

“Ankara kurulurken, birtakım arsa spekülatörleri türemiş, kentin dört bir çevresinden ucuz arsa kapatmışlardı. Jansen Planı Bakanlıklar’ı kentin merkezinde toplamak isteyince, bunlar arsalarını satmak için karşı çıktılar. Gerekçeleri, bir hava saldırısında Bakanlıklar’ın toplu hedef olacağı idi. Durum kendisine yansıtılan Atatürk, ‘Hepsini birden daha kolay savunurum’ diyerek kesip attı. Üniversite merkezlerinde anarşi olur düşüncesi varsa, Önder’in tutumunu anımsatmakta yarar var.”

Askerî darbeci 12 Eylül’ün kurduğu üniversiteleri daha da berbat hale getiren “sivil yönetim”e yazıklar olsun; başka hiç bişeyler demem. 

Aslında bu yazının başlığı da eksik: “AKP + MHP = Güçlendirilmiş 12 Eylül” olmalıydı.